23 Temmuz 2015 Perşembe

Mısır’da şiddetin çarpıcı rakamları




Michele DUNNE, Scott WİLLİAMSON


carnegieendowment.org


Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrildiği tarihten bu yana geçen sekiz aylık süreçte Mısırlılar yoğun insan hakları ihlallerine ve terör olaylarına maruz kalıyor. Somut veri eksikliğinden dolayı bu sürecin mağduriyet boyutunu hesaplamak zor olsa da tahminlere göre 2013 Temmuzundan bu yana 2.500’den fazla Mısırlı yaşamını yitirdi, 17.000’den fazla kişi yaralandı, zarar gördü ve 16.000’den fazla insan tutuklandı. Diğer yandan birkaç yüz kişi de terör saldırılarında öldürüldü.

Bu sonuçlar, Nasır’ın 1952’de askeri müdahale ile yönetime el koyduğu süreçten bu yana yaşanan en karanlık dönemleri aşmaktadır. Mısır’ın modern tarihinde eşi benzeri görülmemiş şiddet kullanımına işaret etmektedir.

24 Martta Mısır’da bir mahkeme, ülke tarihinin en büyük toplu cezasını vererek 529 Müslüman Kardeşler üyesini idama mahkum etti. Cezalar için temyize başvurulabilse bile bu karar ülkedeki politik çekişmenin boyutu hakkında çok net bir tablo sunuyor.

Mısır resmi makamları alınan önlemler için, istikrarı sağlamak adına zorunlu olduğunu söylese de, bunun tersi doğru. İktidar baskıyı genişleyen oranda uygularken Temmuz 2013’den bu yana hatta daha doğrusu on yıllardan bu yana Mısır çok daha şiddetin ve istikrarsızlığın olduğu bir yer haline geldi. Mevcut durumun yatışacağı yönünde ise ufukta henüz bir işaret yok.

İHLALLERİ GÖSTEREN SON RAKAMLAR


Ordunun yönetimi devralması, gelişmeleri takip eden uluslar arası grupların sindirilmesi ve ülkedeki insan hakları örgütleri arasındaki uçurum nedeniyle ne kadar insanın öldürüldüğü, yaralandığı veya hapse atıldığını hesaplamak hayli zor. Ancak Mısır Ekonomik ve Sosyal Haklar Merkezi (ECESR), bu yönde bir çalışma organize etti. ‘Wiki Thawra’ adlı girişim ile Mübarek’in devrildiği 25 Ocaktan bu yana yaşanan politik şiddetin istatistiksel derlemesini yapan açık bir kaynak oluşturuldu. 

Wiki Thawra projesinin ortaya koyduğu rakamlar büyük olasılıkla kusursuz değil ancak mevcut olan en kapsamlı araştırma. Ayrıca bu veriler Mısır’ın içinde bulunduğu gerilim hakkında ikna edici bir algı sunuyor.

Mursi’nin devrildiği Temmuz 2013’den bu yana ortaya çıkan tablo:
·    3 Temmuz 2013- 31 Ocak 2014 tarihleri arası 3.143 Mısırlı çeşitli gösteriler sırasında yaşamını yitirdi. En az 2.588’i politik gösteri ve çatışmalarda (bunların 60’ı asker ve polis), 281 kişi terör saldırılarında ve 274 kişi de diğer şiddet olaylarında hayatını kaybetti.

·    En az 1.100 kişi 3 Temmuz ile 28 Şubat arasındaki olaylarda olmak üzere 17.000 Mısırlı yaralandı, zarar gördü.

·    3 Temmuz ile 31 Aralık arasında siyasal karışıklığa neden oldukları iddiasıyla 18.977 Mısırlı tutuklandı. Tutuklamalar ağırlıkla Müslüman Kardeşler ve diğer İslami örgütlere yönelik oldu. Bu rakamlar, hükümetteki kaynaklarımızdan gelen sonuçlarla uyumlu gözüküyor. Diğer yandan ECESR’deki avukatların aktardığına göre bu mahkumların en fazla üçte biri zaman içinde salıveriliyor.

·    3 Temmuz ile 31 Aralık arasında ülkedeki terör olaylarında yaşamını yitirenlerin sayısı ise 281 kişi (Bunların 224’ü güvenlik görevlisi) olarak hesaplandı. 28 Şubat 2014’e kadar 180 terör olayının gerçekleştiği belirtildi. Yaşamını yitiren militan sayısı raporda yer almamakla birlikte geçen Şubat ayında ordu sözcüsünün yaptığı açıklamada bu rakamın en az 56 olduğu (Sina yarımadasında) kaydedildi.

Peki, ortaya çıkan şiddetin boyutu, 1952’den yaşanan geçmiş baskı dönemleriyle nasıl kıyaslanabilir?
Eğer yukarıdaki rakamlar ülkedeki mevcut durumun kapsamını ortaya koyuyor ise, Mısır hali hazırda her iki durum (artan baskı ve terör olayları) için sınırı aşmış gözüküyor.

DAHA YAYGIN, HIZLI TERÖR SALDIRILARI


1992 ile 1998 arasında Mübarek rejimi küçük ama hayli tehlikeli olan Hıristiyanları, aydınları, devlet kurumlarını, turistleri hedef alan İslami bir direnişle  karşı karşıya kaldı. Güvenilir hesaplamalara göre bu yedi yılda 1.500 insan yaşamını yitirdi. 

1993-1995 yılları ise saldırıların en yoğun olduğu dönemler olarak öne çıktı. Bu dönemin dışında 2000’li yıllarda da terör ülkede öne çıktı. 2004 ile 2006 arasında özellikle Sina yarım adasında hotelleri hedef alan saldırılarda 150 kişi yaşamını yitirdi. 

Mursi’nin devrilmesini takip eden yedi ay ise, 1990’lı yılların terör sonuçlarından çok daha kötüydü. Yukarıda bahsedildiği gibi 3 Temmuz ile 31 Ocak arasında 281 Mısırlı terör saldırılarında yaşamını yitirdi. 

Terör saldırılarının gerçekleştiği yerlerde dikkat çekici. Wiki Thawra’ya göre Haziran 2012 ile Temmuz 2013 (Mursi iktidarı dönemi) arası saldırıların neredeyse tamamı Sina yarım adasında gerçekleşmiş. Ancak Temmuz 2013 ile Ocak 2014 arası saldırılar Sina yarım adası dışında 12 farklı vilayette gerçekleşmiş gözüküyor. Rapordan yola çıkarak saldırıların, darbeye rağmen azaldığı yönünde bir işaret yok. Şubat 2014’te Ahram Online da yayınlanan bir makale, bahsi geçen ay içinde ve tamamı Sina yarım adasında dışında olmak üzere 23 güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiğine dikkat çekiyor. 

Bugüne kadar ki saldırıların çoğunda hedef polis, asker, karakollar ve yüksek düzeyli devlet binaları oldu ve kitlesel ölümleri hedeflenmedi. Ancak güvenlik binalarına yönelik bombalı saldırılar ve füze ile ordu helikopteri düşürmekte dahil artan karışıklık noktasında üzüntü verici olaylar yaşnıyor. 16 Şubatta Sina yarımadasında Güney Koreli turistleri taşıyan otobüse yönelik gerçekleşen intihar saldırısı örneğinde olduğu gibi hedeflerin çapı genişleyebilir. Ocak 2011 devriminin üçüncü yıl dönümünde Kahire’de gerçekleşen bir dizi ölümcül saldırıdan anlaşılabileceği gibi, militanların operasyon yeteneklerini geliştirebileceği görülmüştür. 

BASKI EN AZ 1950’LERDEKİ KADAR KÖTÜ


Geçmiş başkanlardan Nasır’ın 1950’lerdeki Müslüman Kardeşler üzerine uyguladığı aşırı aman vermeyen politikaları, Mısır modern tarihinin en kötü dönemi olmakla beraber, son süreç de o yılları aratmıyor. 

1954 Ekiminde Nasır’a karşı gerçekleşen suikast girişiminin ardından iktidar binlerce Kardeşlik üyesini tutuklamıştı. Daha operasyonun ilk iki gününde 700 kişi, Kasım ayının sonuna doğru ise 1000 kişiyi aşan tutuklamalar olmuştu. 9 Aralık 1954’te ise Arap dünyasındaki yoğun protestolara rağmen 9 Kardeşlik üyesi idam edilmişti. Nasır kısa süre içinde baskının çemberini sol ve liberal kesimlere doğru genişleterek 20.000 Mısırlıyı hapishanelere doldurmuştu. Çoğu işkenceden geçirildi, topla kamplarına konuldu. Baskı genişleyerek devam etti ve 1966’da 6 Kardeşlik lideri daha idam edildi, muhalifler yıllarca hapishanelerde kaldı.

Mısır halkı 1981’deki baskı dönemini de hatırlamaktadır. O yılın eylül ayı boyunca geçmiş başkan Enver Sedat iktidarı döneminde 1500’den fazla muhalif (çoğu İslamcı ancak aralarında önemli solcu, Nasırcı ve liberallerinde olduğu isimler) tutuklanmıştı. Lakin içinden geçtiğimiz süreçteki baskı, hepsinden daha büyük.

Nasır gibi, Mursi sonrası iktidara gelenler de, muhalefeti ezmek için baskı ve şiddete bel bağlıyor. Mursi’nin devrildiği 3 Temmuz gününden sonra, kısa bir süre içinde 3.000’den fazla kişi tutuklandı. Bu sayı 2013’ün sonuna kadar (Kardeşlik üyeleri ve gösterilerde alınanlar dahil olmak üzere) 18.000 kişiyi aştı. Cezaevlerinin taştığı belirtiliyor ve işkence iddiaları yayılmış durumda. Baskı İslamcılarla sınırlı da değil, 25 Ocak devriminde öne çıkan devrimcileri de kapsamış durumda. 

Mursi’nin de aralarında olduğu Kardeşliğin önemli isimleri ölüm cezasıyla yargılanıyor ve 24 Martta 500’den fazla Kardeşlik üyesi, üç günlük yargılama sonunda idam cezasına çarpıtıldılar ( Bu karar için temyiz aşaması söz konusu ve karar geri dönebilir). Bu, iktidarda olanların Nasır’ın adımlarını izlediğini ve mahkemeleri politik rakiplerini infaz etmek için kullandığını gösteriyor. 

Her halükarda Kardeşliğin gösterilerine karşı sergilenen güç gösterimi Nasır döneminde bile görülmedi ve Temmuz 2013 ile Ocak 2014 arasında 2.500’den fazla göstericinin ölmesine neden oldu. Wiki Thawra’ya göre Rabia Meydanında toplanan kalabalığın dağıtılması sırasında 982 Mısırlı öldürüldü. Diğer yandan İnsan Hakları İzleme Örgütü de yaptığı açıklamada “Modern Mısır tarihindeki, en ciddi kitlesel kanun dışı yaşam ihlalleri” olduğunu ifade etti.  


Bu yazı 13 Nisan 2014 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

You can read the original text from here: http://carnegieendowment.org/2014/03/24/egypt-s-unprecedented-instability-by-numbers/h5j3

Çev: İlyas Coşkun



IŞİD, Mısır'a mı sıçrıyor?


Ensar Beyt el Makdis ya da son aldığı adla İslam Devleti Sina Eyaleti. 2011 Mısır devriminden sonra görünür olan ve 2013’te Mursi’nin devrilmesinden sonra saldırılarını yoğunlaştıran bu örgüt Mısır merkezi hükümetinin başını hayli ağrıtıyor. Örgüt Kuzey Sina bölgesinde yoğunlaşmış durumda ve özellikle merkezi hükümetle sorunları geçmişe dayanan Bedevi halktan destek görüyor. 

Kuzey Sina, Mısır’ın Gazze’ye sınır bölgesi ve bu nedenle tünellerin yani silah ve insan sevkiyatının merkezi konumunda. Selefi bir örgüt olan ve Sisi yönetimine karşı silahlı mücadele verilmesini savunan, çok sayıda askeri noktaya saldırı düzenleyen örgütün faaliyetleri nedeniyle ekim ayından bu yana bölgede olağanüstü hal ilan edilmiş durumda. Örgüt hem geçtiğimiz ay IŞİD’e bağlılık yemini ederek ‘Sina Eyaleti’ adını alması hem de her türlü politik faaliyetin baskıyla karşılandığı Mısır’da politik Müslüman gençler için bir çekim merkezi olup olmayacağı yönünden irdelenmeye değer.


3 AYLIK OLAĞANÜSTÜ HAL

Ekim ayında Kuzey Sina’da emniyet noktasına bombalı araçla düzenlenen saldırıda en az 30 güvenlik personeli öldürüldü. Bu saldırının ardından da Cumhurbaşkanı Sisi, Kuzey Sina için 3 aylık bir olağanüstü hal ve belirli saatlerde sokağa çıkma yasağı ilan etti. Mısır devleti bununla da yetinmeyerek Gazze ile komşu olan bölgede, sınırdan 1 kilometreye kadar olan alanı tampon bölge ilan ederek 1000’den fazla aileyi bu bölgeden dışarı çıkardı ve çok sayıda binayı yıktı. Tampon bölge ilan etmekteki amaç ise Gazze’ye bağlanan tünelleri kapatmak. Mısırlı yetkililer bu tünelleri “Silah ve savaşçı temini için önemli bir yol” olarak görüyor.  
HAMAS İLE İD ARASINDA BİR BAĞ VAR MI?
Bu noktada, akla örgütün Gazze yani Hamas ile bir bağının olup olmadığı sorusu geliyor. Hamas böylesi bir iddiayı net bir dille reddediyor. Hamas’ın üst düzey yetkililerinden ve Dışişleri Bakanlığı Bakan Vekili Gazi Hamad, al Monitor İnternet sitesine verdiği mülakatta bu yöndeki soruya “Gazze Şeridinde İslam Devleti’ne üye hiçbir militan bulunmamaktadır. Bu yöndeki ithamlar yalandır” şeklinde yanıt verdi. Ancak aynı röportajda kendisini İslam Devleti (İD) destekçisi olarak tanıtan bir kişiyle de görüşülmüş. Ebu Mücahid Hamas’ın açıklamasının aksine İD’nin Gazze’de faaliyet yürüttüğünü söylüyor. “Hamas’ın, Gazze’deki İD’nin varlığından ve Sina Eyaleti’nin İD’ye bağlılık açıklamasından endişe duymaması gerektiğini” belirten Mücahid, “Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’den gelebilecek tehlikelere karşı örgütün Gazze’yi koruyacağını” belirtiyor. Gazze’deki eski bir güvenlik görevlisi ise röportajda Hamas’ın reddetmesine rağmen Gazze’de İD’nin var olduğunu ve hızla genişlediğini ifade ediyor.
Hamas İD’nin Gazze’deki varlığını bile reddetse de karşılaştığımız iki haber bu yöndeki şüpheleri destekliyor. İlk olarak kasım ayında Mısır, Gazze’den Kuzey Sina’ya tünellerle geçen ve üzerlerinde silah, iletişim aletleri ve içinde İD üyeleriyle mesajlar bulunan bir bilgisayar taşıyan altı Hamas üyesini yakaladığını duyurdu. İkinci olarak da İnternet’te dolaşan bir habere göre Ensar Beyt el Makdis, Gazze’de Müslümanları, Nusayrilere karşı kitapçık dağıtarak Suriye’deki savaşa davet etti.
YENİ ADI; İSLAM DEVLETİ SİNA EYALETİ
IŞİD’e bağlılığını ilan ettiği açıklamasında Mısırlıları “Kafir demokrasi ve rezilce barış için değil ordu güçlerine karşı mücadeleye” davet eden örgüt “zorba hükümdar” olarak niteledikleri Sisi’yi “Mısır’ın çocuklarını öldürmekle” suçladı. Diğer yandan Sina Yarımadası halkını merkezi hükümete karşı koruduğunu iddia eden örgütün, aynı IŞİD gibi şeriat yasalarını savunacak olması veya kitlesel katliamlar düzenleme ihtimali karşısında yerel halkın desteğini yitirebileceği yorumları da Mısırlı uzmanlar tarafından dile getiriliyor.
BAĞDADİ’YE BAĞLILIK ÖRGÜTÜ BÖLDÜ
Örgütün bu yeni rotasını tüm güçleriyle kabul ettiği ise söylenemez. Zira geçtiğimiz günlerde Jihadi Ribat (Cihata bağlı, sadık gibi bir anlamı var) adlı örgüt, Ensar Beyt el Makdis’in IŞİD’e olan bağlılık açıklamasını eleştirerek örgütten ayrıldığını duyurdu. Jihadi Ribat açıklamasında eski örgütünü ve Bağdadi’yi sert sözlerle eleştirdi: “Cihat, bir devlet veya örgüte bağlılık değil Allah’a ve resulü Muhammed’e biat etmektir. Bir halifeliğin kurulabilmesi için gerekli, meşru kıstaslar yerine getirilmemişken, kendisini İslam Devleti’nin halifesi olarak tayin eden el Bağdadi’ye bağlılık yemini sunmayacağız.”
“Sina Yarımadasında cihadı gerçekleştirebilecek tek örgütün Ensar Beyt el Makdis olduğu yönündeki yanlış fikri ortadan kaldıracağız” diyen Jihadi Ribat, diğer yandan el Makdis örgütü ile İslam’dan sapmadıkça “kardeş” olarak kalacaklarını da açıklamasında yer verdi.
MÜSLÜMAN GENÇLİK AYAKLANMASI
El Makdis’in eylemlerine döndüğümüzde dikkat çeken diğer bir eylem de ‘Müslüman Gençlik Ayaklanması’. Kasım ayının sonunda Selefi Cephesi İslam kimliğini savunmak ve şeriat kanunlarının uygulanması talepleriyle ülke çapında Müslüman Gençlik Ayaklanması için Mısırlılara çağrıda bulundu. Müslüman Kardeşlerin de destek verdiği 28 Kasım’daki bu eylem çağrısına, bir ayaklanmaya dönüşemeyecek kadar az katılım oldu. Ancak el Makdis örgütü bu çağrıyı bir fırsata çevirerek yeni eylemler düzenledi. Kahire’deki saldırıda örgüte göre 5, Mısır ordusuna göre ise 2 asker yaşamını yitirdi.
MISIR’IN GELECEĞİ BELİRLEYİCİ OLACAK
Örgütün 28 Kasım eylemlerini hem ülke siyasetini daha yakından takip etmesi açısından bir adım hem de diğer İslami hareketleri (diğer Selefiler örgütler, Müslüman Kardeşler, vb.) politik açıdan sıkıştırmaya yönelik bir girişim olarak okuyabiliriz. Zira örgüt Mursi’nin devrilmesiyle moral bozukluğu yaşayan, legal alanda her türlü faaliyeti yasaklanan özellikle Müslüman Kardeşler (MK) üyesi gençlere silahlı mücadele çağrısı yaparak nüfuzunu genişletmeye çalışıyor. Bu yöndeki bir açıklamasında “Ne utanç verici pasif direniş ne de destekleyicilerine ne olduğunu gördüğün kafir demokrasi sana yarar getirmez” diyen örgütün bu yöndeki çabasının başarılı olup olmayacağı, Mısır’ın politik geleceği ile de doğrudan alakalı.
ENSAR BEYT EL MAKDİS
Tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmeyen örgüt Gazze’de İsrail’e karşı mücadeleye başladı ancak daha sonra Mısır’a geçerek yönünü esas olarak Mısır hükümetine çevirdi. El Kaide’ye yakınlığı ile bilinen ve 2011 yılındaki Mısır devriminden sonra görünür olan örgüt kasım ayında, kimileri için “Küresel cihat mücadelesinde el Kaide’yi geri plana iten” IŞİD’e bağlılığını ilan ederek ‘Sina Eyaleti’ adını aldı.  Mursi’nin devrildiği 2013 yılından sonra faaliyetlerini artıran örgüt özellikle kuzey Sina yarımadasında İsrail ve Ürdün’e giden doğal gaz boru hatlarına yönelik eylemlerin yanı sıra Mısır güvenlik güçlerine yönelik saldırılar düzenliyor. Mısır ve ABD’nin terör listesinde yer alan örgüt, geçtiğimiz aylarda bölgede faaliyet yürüten bir petrol şirketinde çalışan ABD’li bir işçiyi öldürmesiyle de dikkatleri üzerine çekmişti.

Bu yazı, 24 Aralık 2014 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

İlyas Coşkun

IŞİD’den daha fazlası, Irak'taki Sünni direnişi



Hassan HASSAN
carnegieendowment.org

Irak’ta sürüp gitmekte olan olaylar, kaçan büyük bir fırsat nedeniyledir. Aralık 2013’de kendi bölgelerinde ve sınırın öte tarafındaki Suriye’de yaşananlardan dolayı çoğu Sünni lider, Irak- Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) eylemlerinden dolayı bıkmış ve federal hükümetin bu tür gruplara karşı askeri müdahalesini açıktan destekliyordu.  O zamanlar, ivme Başbakan Maliki yönündeydi ve ona bölgedeki Sünni liderlerle teröre karşı savaş konusunda bir fırsat sunuyordu.

Ancak Maliki Anbar’daki askeri operasyon konusunda yaptığı açıklamada 7. Yüzyılda yaşanmış bir çatışmayı hatırlatarak savaşın ‘Hüseyin’in takipçileriyle Yezid’in takipçileri arasında olacağını’ açıkladı. Anbar operasyonu tam bir felaketti ve bugün yaşanan krizle de doğrudan bağlantılı. Müdahale, cihatçıları bölgeden uzaklaştırma konusunda başarısız olduğu gibi, daha da kötüsü Maliki’yi daha sert önlemler almaya yitti. Binlerce Sünni Iraklının barışçıl bir değişim için kurdukları protesto kamplarını akılsız bir şekilde dağıttı ve Sünni Milletvekili Ahmed al-Alwani’yi tutukladı. Bu operasyon sırasında ise al Alwani’nin kardeşini öldürdü. Bağdat, mezhepsel bölünmeyi bitirebilecek emsalsiz bir fırsatı kaçırmakla kalmadı aynı zamanda Sünni bölgelerinde cihatçılar için uygun bir durum yarattı.
Irak’taki isyanla ilgili politikacıların ve medyanın basite kaçan tarifleri, yine benzer bir hataya sebep olabilecek riskler barındırıyor. Gazete manşetleri kadar politik açıklamalar da sadece kimi şehirlerde yönetimi devralan IŞİD’e odaklanıyor. Ve her ne kadar Sünni bölgelerindeki diğer güçler hakkında yeni bilgiler elde edilse de, buralardaki durumu anlamak hala zor. Direniş içinde oynadığı rol ne olursa olsun, IŞİD sadece bir hizip. Bu saldırılarda yer alan en az yarım düzine grup var.
IŞİD ve Ensar el İslam dışında Irak Aşiretleri Askeri Konseyi olarak bilinen ve içinde 80 kadar Sünni aşireti barındıran bir koalisyon da direnişin içinde yer alıyor. Bu koalisyon özellikle Felluce, Ramadi, Musul ve Selahaddin bölgesindeki kimi yerlerde nüfuza sahip. El Arabiya el Cedid isimli haber sitesinin aktardığına göre koalisyon içinde, Saddam Hüseyin’in ordusundan kalma asker ve subayların olduğu 41 silahlı grup bulunuyor.
Diğer bir yapı ise Nakşibendi ordusu. İddiaya göre Saddam Hüseyin’in yardımcılığını yapan İzzet İbrahim el Duri örgütün liderliğini üstleniyor. 2007’de kurulan örgüt eski Baas Partisinin binlerce üyesinin yanı sıra Sufi ve Müslüman Kardeşlere yakın savaşçıları barındırıyor. Sayısı ve toplumdaki bağları bakımından IŞID’e güçlü bir rakip. ABD, 2009 yılında yaptığı açıklamada Nakşibendi ordusunu Sünni Iraklılarla bağ kurma konusunda başarılı olması nedeniyle el Kaide’den daha tehlikeli bir örgüt olduğu konusunda uyarıda bulunmuştu.
Nakşibendiler, özellikle Musul’dakiler, Sünni vurgusunu azaltarak Şii ve Kürt üyelerinin de olduğunu iddia ediyor. Bu örgütün takipçileri, gurubun farklı isimler altında özellikle geçici ordu ve aşiret konseylerini idare ettiğini belirtiyor. Örgüt, 2011-2013 yılları arasında yaşanan protesto hareketleri sonucu Irak Devrimcileri Askeri Konseyi gibi ortaya çıkmış Sünni gruplar arasında faaliyet yürütmekle birlikte esas olarak eski Baas Partisinin takipçileri tarafından yönetiliyor.  
Yerel kaynaklara göre IŞİD dışındaki bu gruplar çatışmalarda önemli bir rol oynadı. Sadece çatışmalarda yer almakla kalmadılar aynı zamanda Musul ve Kerkük gibi yerlerde etkili bir güç oldular. Suudi Arabistan’daki el Arabiya kanalının aktardığına göre IŞİD ve Irak Devrimcileri Askeri Konseyi’nden sonra en büyük yapı olduğuna inanılan İslam Ordusu, Bağdat’ın 55 km kuzeyinde yer alan Dulu'iyya semtine IŞİD’in girmesini ideolojik ayrılıklarından dolayı engelledi. Yine aynı habere göre Alam, Hajjaj, al-Bu Ujail ve Musul aşiret güçleri tarafından kontrol ediliyor.  Al Wahda, Sukkar ve Baladiyat gibi bölgeler ise hem aşiret güçleri hem de Nakşibendi ordusunun kontrolünde.
IŞİD ile bu örgütlerin karıştırılması, bu örgütlerin aşırı yapılara karşı bir zamanlar federal hükümete karşı sadık olmaları nedeniyle yanlış bir eğilimdir. Bu gerçek, yaşanan krizin esas nedenlerini anlamak konusunda uluslararası topluma yardımcı olmalıdır. 2007’de, Aralık 2013’deki Anbar’a yönelik askeri operasyon öncesi ve çeşitli zamanlarda olduğu gibi Sünni bölgeleri ve aşiret liderleri aşırı gruplara karşı federal hükümetin yanında yer aldıklarını geçmişte gösterdiler.
Bu güçlerin IŞİD ile çok az ortak yönleri var. Gerçekte ise iki güç arasındaki tansiyon yükseliyor. Musul’un işgalinden kısa bir süre sonra IŞİD bir bildiri yayınlayarak 24 saat içinde sokaklardan Saddam Hüseyin’in posterlerinin kaldırılmasını istedi ve kendisi dışında hiçbir grubun açıklama yapmaya yetkili olmadığını belirtti. IŞİD Baasçıları kâfir olarak nitelerken, Baasçılar da dinsel fanatizmi reddediyor ve bu tür gerginlikler aradaki büyük farklılıkları yansıtıyor.  
IŞİD’e odaklanmak yerine bu dinamikleri bilmek, krizin çözümü için esas. Irak’taki riskler hiç olmadığı kadar büyük ve vaziyet çok tehlikeli.  2005-2007 arasında Irak iç savaşla yüz yüze geldi ve el Kaide faktörü yükseldi. ABD’nin askeri birlikleri hala ülkedeydi ve her iki taraftan da dini liderler sükunet çağrısında bulunuyordu. Bugünse ülke benzer sıkıntılarla karşı karşıya ancak onu kurtaracak güçlerden yoksun. Sünni liderler ya isyanı destekliyor ya da etki edebilecek saygınlıklarını yitirmiş durumdalar. 2005-2007 iç savaşında tansiyonu düşürme konusunda aktif rol oynayan Şii lider Ayetullah Ali el Sistani, bugün yayınladığı bir fetva ile IŞİD’e karşı savaşta tüm Iraklıların ordu ve hükümetin arkasında saf tutmasını istiyor. Açıklaması tüm Iraklılara yönelik olsa da derin kutuplaşmadan dolayı Sünni halka karşı bir çağrı olarak görülüyor.
İnandırıcı ve kapsayıcı bir politik süreç, yol alabilir. Hala toplumda çoğunluk olan Sünni Iraklılar sürece katılım konusunda istekli. Fakat onlar için Maliki’nin tekrar ve tekrar güvenilmez olduğu görüldü. 2010’da ABD IrakiyeBloku’nun (Sünni Blok) seçimlerde çoğunluğu kazanmasına rağmen Maliki’nin ikinci kez başbakan olması planında hata yaptı. Şuan ki krizde ise Irak IŞİD ile savaşta yardım çağrısına vereceği yanıta göre Washington’un başka bir hata yapacağının emareleri var. Ancak bu daha fazla zarar verir ve Sünni toplumunun uzaklaşma ve ihanet duygusunu derinleştirecektir.

Bu yazı, 23 Haziran 2014 tarihinde Evrensel Gazetesinde, 'Arap Coğrafyasında Geçen Hafta' dosyası kapsamında yayınlanmıştır.

You can read the original text from here: http://carnegieendowment.org/sada/?fa=55930

Çev: İlyas Coşkun 

Gazze’de kolektif cezalandırma


İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu bir basın toplantısında şunları söylüyor: “Ürdün Nehri batısında yer alan toprakların güvenliğinden vazgeçmemizi gerektiren hiçbir anlaşmanın mümkün olamayacağı yönündeki sürekli sarf ettiğim sözlerimi, İsrail halkının şimdi anladığını düşünüyorum.”
Netanyahu’nun İsrail halkına yaptığı konuşma dikkatle dinlenmeye değer. Bugün Filistin’de olanlar gerçekte Hamas’la ilgili değildir. Roketler, canlı kalkanlar, terörizm veya tünellerle ilgili de değildir. Yaşananlar, İsrail’in Filistin toprakları ve Filistinlilerin yaşamı üzerinde devamlı suretteki kontrolüyle ilgilidir. Netanyahu’nun aslında söylediği ve sürekli lafını ettiğini artık kabul ettiği şey budur. Söz konusu olan; Filistin’in kendi kaderi tayin hakkını, özgürlüğünü ve egemenliğini kabul etmeyen değişmez, onlarca yıldır devam eden İsrail politikasıdır.
İsrail’in bugün Gazze’de yaptığı şeyin adı kolektif cezalandırmadır. Gazze’nin uysal bir getto olmayı reddetmesinin, Filistinlilerin birleşmesinin, İsrail’in defalarca silahsız protesto gösterilerini ezmesinin ardından Hamas ve diğer örgütlerin İsrail kuşatmasına ve provokasyonlarına silahlı ve silahsız şekilde direnerek karşılık vermesinin cezalandırılmasıdır.
Netanyahu’nun kendi sözlerinin de gösterdiği üzere, İsrail, Filistinlilerin kendilerine tabi olmayı kabullenmeleri dışında hiçbir şeye rıza göstermeyecektir. İsrail tarafından sadece, gerçek bir devletin tüm sembollerinden – güvenliğin kontrolü, sınırları, hava sahası, deniz sınırları, sınırdaşlık, yani özetle egemenlik hakları- soyutlandırılmış bir Filistin ‘devleti’ kabul görecektir. Yirmi üç yıllık saçma ‘barış süreci’ sonucu anlaşılıyor ki, Washington’un da tam desteğiyle İsrail bunu istiyor. Filistinliler hazin kaderlerine her direndiklerinde –her ulus gibi- İsrail onları cüretkarlıkları nedeniyle cezalandırdı. Bu yaşananlar yeni değil.
Filistinlileri varolmaya çalıştıkları için cezalandırmanın  uzun bir geçmişi var. İsrail’in kabusu olan Hamas ve onun ilkel roketlerinden önce veya Gazze’yi açık hava hapishanesine, kum torbasına, silah laboratuvarına çevirmeden de önce bu yöntem İsrail’in politikasıydı. 1948’de, yüzde 65’i Arap olan topraklar üzerinde büyük Yahudi devletini kurmak adına İsrail binlerce masum insanı öldürdü, yüz binlercesini de zorla yerinden etti. 1967’de tekrar yüz binlerce Filistinliyi yerlerinden etti, 47 yıldır süren toprak işgalini gerçekleştirdi.
1982’de, Filistin ulusalcılığına son vermek ve Filistin Kurtuluş Örgütünü uzaklaştırmak için İsrail, Lübnan’ı işgal etti. İşgal sırasında çoğu sivil on yedi bin insanı öldürdü. 1980’lerin sonundan bu yana Filistinliler işgale isyan ettiğinde –çoğunlukla genel grev veya taşlarla-  İsrail binlercesini tutukladı. 750 binin üzerinde (bu rakam bugünkü yetişkin erkek nüfusun yüzde 40’ına karşılık geliyor) Filistinli, 1967’den bu yana İsrail cezaevlerine girdi. Diğer yandan B’tselem gibi insan hakları örgütleri de İsrail’in gerçekleştirdiği işkenceleri ortaya çıkardı. 2000 yılında başlayan ikinci intifada sırasında İsrail, Batı Şeria’yı yeniden işgal etti (oradan tamamen de ayrılmamıştı). Filistin toprakları üzerindeki işgal ve sömürgecilik 1990’lardaki barış görüşmelerine rağmen aralıksız devam etti ve bugün de sürüyor. Hal böyleyken; bu can alıcı, devamlı mahiyetteki zalimane şartlar, ABD’de tartışma dışı bırakılıyor ve onun yerine tartışma, çok sık olarak, İsrail’in kendini savunma hakkı ve Filistinlilerin maruz kaldığı acılardan sözde kendilerinin sorumlu olduğu ile sınırlandırılıyor. Son yedi hatta daha fazla yıldır Gazze Sınırı kuşatılmış, zulme uğramış ve düzenli olarak İsrail tarafından saldırıya maruz kalmaktadır. Bahaneler ise değişiyor: Onlar Hamas’ı seçtiler, uslu durmadılar, İsrail’i tanımadılar, roket fırlattılar, tünel kazdılar, vs. vs. Ancak söylenen her bir bahane dikkati başka yöne çekme çabasının sonucu. Çünkü gettonun gerçekleri – yüz kırk kare mil içine (New York şehrinin neredeyse üçte biri kadar alan) 1.8 milyon insanı hapsettiğinde, Oslo anlaşması 20 mile kadar açılma hakkı vermesine rağmen Filistinli balıkçıların denize erişimi neredeyse tamamen engellenirken, giriş ve çıkışlar tutulmuş, gece ve gündüz tepenizde insansız hava araçları dolaşırken – ki, er ya da geç isyan edecektir.  Soweto ve Belfast şehirleri için gerçek ne idiyse, Gazze için de odur. Hamas’ı veya onun yöntemlerini beğenmiyor olabiliriz ancak atalarının toprakları üzerinde özgür bir halk olarak var olma haklarının reddine boyun eğmeleri şeklindeki uygunsuz teklifi kabul edemeyiz.  
Bunun yerine ABD daha güçlü tarafın lehine parmağını teraziye basıyor. Bu sürreel dünyada gerçekler ters yüz edilerek, neredeyse İsrail Filistinliler tarafından işgal edilmiş gibi görünüyor. Bu çarpık evrende, bir açık hava hapishanesinin tutukluları dünyanın en ileri ordularından birine sahip olan, nükleer silahlı gücü kuşatıyor.
Eğer gerçekliğe yaklaşacaksak, ABD ya mevcut politikalarını tersine çevirmeli ya da ‘tarafsız arabulucu’ iddiasından vazgeçmelidir. Eğer ABD İsrail’i fonlamayı, silahlandırmayı ve İsrail’in uluslar arası hukuku ve aklı hiçe sayan açıklamalarını tekrarlamayı istiyorsa, öyle olsun. Fakat barış konusunda ahlaki liderlik iddia etmesin ve ağırbaşlı bir şekilde konuşmasın. Ve asla, onları veya bugün Gazze’de ölmekte olan çocuklarını umursadığını söyleyerek, Filistinlilere hakaret etmesin.

Rashid Khalidi
Çeviren: İlyas Coşkun
Bu yazı, 6 Ağustos 2014 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

İhvan’ın içinden


Müslüman Kardeşler nasıl bir örgüt?
Kardeşlik iki gruba ayrılmış durumda; birinci grup örgütün geliştirilmesini ibadet gibi zorunlu bir görev olarak görüyor. Bu gruba Hayrat el-Şater, Mahmud Gozlan, Mahmud Ezzat ve kardeşliğin şu anki rehberi (8. Yüksek Rehber) ve örgütün kontrolünü elinde tutan Muhammed Badi tarafından liderlik ediliyor.
Diğer grup için Kardeşlik’in katı bir örgütsel yapıya sahip olarak toplumu etkileyen bir harekete dönüşmesine gerek yoktur. Bu grup Ömer el-Telmesani’nin (3.Yüksek Rehber) öğrencileri tarafından geliştirildi. Ben bu ikinci grupta yer alıyordum.
İlk grup, farklı yöntemleri savunan herkesten kurtulmak istiyordu. 1996’da başlarından savdıkları ilk kişi şu anki el-Vasat partisi lideri Abul Ela Madi ve onun yandaşlarıydı. Ben o dönemde gruba mensup değildim ama onlar gibi düşünüyordum. Daha sonra onlar Habib, El-Za’farny ve Muhammed Davud ile birlikte Abul-Fotouh’dan kurtulana kadar Fotouh’un kardeşlik içindeki tüm yetkilerini sınırladı. Bu el-Şater’in rakiplerine yönelik bir temizliğiydi.
Kardeşlik günümüzde hâlâ her iki grubun üyelerini de barındırıyor. Kardeşlik içinde şu an olanlarla ilgili ne düşünüyorsun?
Sadece Kardeşlik içinde değil bütün Mısır üzerinde bir güç mücadelesi var. El-Şater ve onun grubu 25 Ocak 2011’deki devrimden önce Kardeşlik içindeki mücadeleyi kazandı. Şu anda Kardeşlik içerisinde kontrol onlarda. Gelecekteki kavga, Kardeşlik içinde değil Mısır üzerindedir. Mursi başkan olduğunda Kardeşlik’ten bağımsız bir çevre oluşturmak istedi ve hâlâ da bunun için çabalıyor fakat Kardeşlik buna izin vermez. Çünkü Mursi’den kendi politikalarını uygulamasını isteyecekler. Kardeşlik seçimlerde el-Şater’in kendilerini temsil etmesini istedi ancak yasal evrak sorunları nedeniyle istedikleri olmadı. Bu yüzden kontrol edebileceklerini düşündükleri Mursi’nin adaylığını onayladılar. Cumhurbaşkanlığı kampanyasına baktığımızda kampanyayı yürüten el-Şater gibi gözüküyordu. Sanki tamamen kendi eseriymiş gibi Al-Nahda(Rönesans) projesinden bahsediyordu. El-Şater kendi yerine Saad El-Katatny’nin (Halk Meclisinin eski sözcüsü ve Özgürlük ve Adalet Partisi’nin şu anki başkanı)  desteklenmesini istedi fakat parti, Mursi’nin liderliğinde bir toplantı yaptı ve Mursi’nin desteklenmesine karar verildi.  Bu Kardeşliğin değil partinin tercihiydi.
MURSİ-EL ŞATER REKABETİ
Parti neden bu kararı aldı?
Kararı parti değil Mursi aldı. Mursi’nin eski rejimle ve Yüksek Askeri Konsey’le iyi ilişkileri, geniş bağlantıları vardı. Mübarek rejimiyle kendi arasındaki iletişim kanallarını açık tutma becerisi onun gücüne dayanıyordu. Eski Mısır İstihbarat Başkanı Ömer Süleyman, Şubat 2011’de, Kardeşlik’in bir yetkilisiyle görüştüğünde bu El-Katatny değil Mursi olmuştu. Mursi, el-Şater’in evraklarının reddedileceğini biliyordu. Böylece o ertesi gün destek sağlamak için bir parti toplantısı ayarladı ve oylama yapılmasını istedi. Doğal olarak onlar partinin başkanı Mursi lehine oy verdi.
El-Şater, “Gerçek başkan ben olacağım” dermiş gibi, ekonomik gücü ve Al-Nahda projesiyle Mısır ekonomisini nasıl canlandıracağı üzerinde duruyordu. Seçimlerden önce Özgürlük ve Adalet Partisi’nin gazetesine “Mursi’nin kazandığı ilk günden itibaren Mısır’daki ekonomik projelerin tek sorumlusu ben olacağım” diyordu. Kendisini Mursi’nin başarısının arkasındaki kişi olarak gösteriyordu. El-Şater’in gözleri bir sonraki başkanlık yarışında. Mursi yeniden seçilmek isterken Kardeşlik ondan desteğini çeker ve el-Şater’i seçerse bu Mursi’nin başarısız olduğu anlamına gelecek.
Bu dayanakları olan bir bilgi mi yoksa sizin kendi çıkarımlarınız mı?
Bu, kısmen Kardeşlik içinden aldığım bilgiler kısmen de kendi yorumum. Mursi’nin, el-Şater’in grubunu ortadan kaldırmak istediği yönünde işaretler var. İkinci gruba dahil insanları belirlemeye başladı ve el-Şater karşıtı iş adamı Hasan Malk’ı güçlendirdi. Mursi ayrıca el-Erian’a kendi danışmanı olması şansını verdi. El-Şater’in en büyük düşmanlarından Dr. Muhammed Beşer’i de El-Monofia’nın valisi yaptı. Mursi’nin yardımcısı olan Mahmud Mekki’nin el-Şater’le olan sorunlu geçmişi biliniyor. Aynı şey Mursi’nin danışmanlarından Selim el-Awa için de geçerli. Kısacası Mursi’nin tüm bu insanları kullanması kendisini el-Şater’in grubundan ayırması anlamına geliyor.
SİLAHLI EĞİTİM VERİLİYOR
Kardeşliğin milis eğittiği yönünde iddialar var, fakat hiç kanıt sunulmadı. Sizin milislerin varlığına dair kanıtınız nedir?
Ben görgü tanığıyım. Kanıtsa, çokça var. 2006’da İsrail Güney Lübnan’ı istila etmeyi denediğinde, (Sonradan Yüksek Rehber olan) Mehdi Akif avukatlar sendikasında kardeşliğin ‘İsrail’e savaşmak için Lübnan’a gönderebileceği 10,000 eğitilmiş genç adama sahip olduğunu’ söyledi. Bazıları dil sürçmesi olarak gördü fakat aynı ay Essam El-Erian’a el-Manar televizyonunda Kardeşliğin İsrail’in Güney Lübnan’a saldırısıyla ilgili ne yapacağı soruldu. O, eğer devlet buna izin verirse ve Akif’in ne dediği sorulursa, “Bizim çocuklar hazır ve eğitimli” açıklamasında bulundu. Bunlar İhvan’ın kendi açıklamalarıdır. Diğer bir kanıt; aynı yıl el-Ezher üniversitesinde (Kahire’de İslam üzerine eğitim veren bir üniversite) Kardeşlik tarafından gençlere yönelik savaş eğitimleri yürütülmesi. Onlar eğitimi filme aldı ve gazete ve televizyonlara birer CD gönderdi. Deve Savaşı (Mübarek yandaşlarının, Tahrir meydanındaki muhaliflere yaptığı saldırı) sırasında da bu netti. Deve ve atlarla saldırı olduğunda  iki grup eşkıyalarla çarpışabilirdi: Kardeşliğin gençleri ve bazı aşırılar, TV’lerde yayınlanan görüntüler açıktı. 28 Haziran’da güvenlik güçleri tarafından dövüldüm ve ayağımdan yaralandım. Genç İhvancılar tarafından kurtarıldığımı biliyorum. Hastaneye yatırıldım ve Deve Savaşı’ndan sonra onlardan bazıları beni ziyaret etti ve eğitimlerin onlara o günü ve devrimi kurtarmaya nasıl yardım ettiğini gururla anlattı. Kardeşlik devam edecek mi? Eğer yiyecek hiçbir şey bulamazsa kendi kendini yiyecek bir ateşe benziyor. Tahmin ediyorum, yakında dağılacak. Ömer Süleyman ile müzakere için masaya oturmalarından itibaren onların devrime (25 Haziran 2012) yardımı sona erdi. Onlar kendi gündemleri için devrimi kullandı ve ilk olarak referandum üzerine tartışmada bir anlaşmaya vardı. Ben referandumu en büyük suç olarak değerlendiriyorum ki İhvan ve Anayasa Uzmanı Tarık el-Bişri kendini devrime karşı adadı. Bir devrim, kendi güçleriyle gerçekleşir ve onun kendi mahkemeleri olmalıdır, bu nedenle biz devrim adına müzakereler için ordudan bir temsilci ve tanınmış siyasetçilerden oluşan sivil konsey istedik. Fakat biz aklanmaya neden olan (Mübarek rejiminin şahsiyetlerinin yanı sıra devlet görevlilerinin protestocuların vurulmasından suçlanması) normal yasal prosedürler üzerinden gittik. Biz Mübarek tarafından biçimlendirilen yasaları kullanarak ve Mübarek tarafından anayasa ısmarlaması bir değişiklikle geriye döndük. Buna ek olarak Kardeşlik, kendini devrimcilerden ayırdı. Kendini protesto edenlere eşkıyalıkla karşılık verdi.(Muhammed Mahmud Caddesi’nde yaşananlar süresince) Bir dinin neferi gibi değil  bir iş anlaşmasında kâr peşinde koşan biri gibi davrandılar.
ABD-İHVAN İLİŞKİSİ
İddianıza göre ABD Kardeşliği destekliyor çünkü ABD, ne isterse onu yapıyorlar...
Katameya’da şu an yapılan bir Amerikan üssü var. Bunu kanıtlamak için evraklara sahibim ve bunları yakında, anlaşmalar dahil yayınlayacağım. Ayrıca Camp David anlaşmasının sürmesi için İsrail’in Kardeşliğe ihtiyacı var. Eğer Ahmed Şefik kazansaydı ve ABD aynı şeyleri isteseydi Mısır halkının cevabı ne olacaktı? Eğer Şefik İsrail Başbakanı Şimon Peres’e son mektubu gönderen kişi olsaydı aynen tutulurdu. Eğer Şefik başkan olsaydı, Mısır’ın hava sahasını İsrail’in ihlal etmesine insanlar nasıl tepki verecekti? Tepki çok güçlü olacaktı ve o ikili ajanlık yapmaktan sanık olacaktı, çünkü o onların (Kardeşliğin)  kararlarını korumuyordu. ABD Mursi’yi destekliyor çünkü o bir Kardeşliğin gücüne sahip.
DENEYİMSİZ VE VİZYONSUZLAR
Mursi’nin şimdiye kadarki yönetimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mursi ve yanındaki yöneticiler deneyimi ve vizyonu olmayan amatörler. Ekonomik sorunlara çözümleri yok ve tutarsız açıklamalarda bulunuyorlar. Örneğin Mursi, kredi faizlerine izin vermeyeceğini söyledi ve sonra IMF kredisine başvurdu ki bu söylediğiyle yaptığı arasında tutarsızlık olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı ne ekonomik ne de politik vizyona sahip. Çok konuşuyor ama hiçbir şey yapmıyor.
Önümüzdeki 3 ayı nasıl görüyorsunuz?
Tanınmış bir yazar, Dr. Yusuf Alqaeed ile konuştuğumda bana ‘Ben çok karamsarım’ diyordu. Ben ona aynı zamanda hem iyimser hem de kötümser olduğumu söylüyordum çünkü Tanrı Mısırlılara daima bir çıkış yolu gönderir. Ancak, biz siyasi güç mücadelesinden daha büyük ve zor bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz; yoksul insanlar, geçimlerinin tehdit altında olduğunu düşündüğünde, bu durum şiddetli bir devrime yol açabilir. Özellikle ekonomik sorunları çözmede yeteneksiz olan şu anki rejim, fazlasıyla acı içinde olan yoksulların şiddetli bir muhalefetiyle karşılaşabilir. Diğer faktör, Kardeşlik’in güce ulaştığındaki tabiatıdır; Demokrasi sadece iktidarı ele almak için gerektiğinde kullanılır. Sonrasında onları koltuktan düşürecek bir seçim gerçekleşirse Kardeşlik buna savaş eğitimi almış gençleriyle izin vermeyecektir.
İHVAN’DA KADINLAR...
Kadınların Kardeşlik içindeki durumuna gelirsek... Sırlarla örtülü görünüyorlar.
Gerçek anlamda, kardeşlik içinde kadınlar üye olarak değerlendirilmiyor; onlar ailesindeki bir erkeğin alt üyesidir; baba, erkek kardeş veya koca. Kendi başına bir kadın üye olamaz. Oy hakkına sahip olamaz veya rehberlik konseyinin bir parçası olamaz. Ibrahim El-Za’farn’ın karısı, Gihan el-Halafwi konseye girmeyi denediğinde, kovuldu. Eğer erkek kovulursa genelde kadınlar da o zaman Kardeşlik’ten ayrılır. Benim karım gruptan ayrıldı. Kadınlar Özgürlük ve Adalet Partisi vasıtasıyla bunu telafi etmeye çalışıyor.
Sara Ebubekir
Daily News Egypt’ten çeviren İlyas Coşkun
Bu yazı, 1 Aralık 2012 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

HAMAS YENİDEN İRAN’IN YÖRÜNGESİNE Mİ GİRİYOR?


Hamas, direnç ekseni üyeliğinden hayli yarar sağladı. Suriye üzerinden Hamas, İran’dan azımsanmayacak derecede fon sağladı ve Lübnan’daki Hizbullah ile olan yakın bağları sayesinde militanlarını eğitebildi.

RÜYA VE KABUS
Herhangi büyük tarihsel bir olay gibi Arap devrimleri de bölgesel ilişkileri yeniden kurmaktadır. Suriye krizine yaklaşımından dolayı Hamas, her ne kadar tamamen kopmasa da yavaş yavaş direnç ekseninden uzaklaştı.Aynı zamanda, Mübarek dönemindeki Mısır ile yaşanan daimi kriz hali Mursi döneminde aşama aşama işbirliğine doğru ilerledi. Fakat Mısır’daki darbe, Hamas’ın güçlü bölgesel bir ittifak kurma hayalini, hala uyanamadığı bir kâbusa çevirdi. İki yıldan daha az süredir Hamas, çok arzuladığı hedeflerinden mahrum olmamak için bölgedeki ortaklıkları açısından kendini yeniden konumlandırıyordu.
Hamas, son aylarda Hizbullah ve İran ile olan ilişki düzeyini geçmişe kıyasla düşürmüştü ancak Kassam Tugaylarına, İsrail’in kalbini vurabilecek kadar uzun menzilli füzeleri ve diğer askeri yardımları sunan Hizbullah ve İran ile ilişkileri tümden kesmedi. Hamas’ın yeni ortakları ise –Mısır, Katar ve Türkiye- onlar gibi silah yardımında bulunmadı.
Açıktır ki zor koşulardan geçen Hamas, kendi yaşam bağlarını onarılmış görmek istiyor. Hamas, Suriye devrimi öncesi gibi kendi İran irtibat bürosundan telefon açsa ve yeniden işbirliği kursa çok mutlu olacaktı.
Al Monitör’ün ulaştığı bilgilere göre bu telefon görüşmesi gerçekleşmedi. Filistin toprakları içindeki ve dışındaki Hamas liderleri hayal kırıklığına uğratıldılar ve kendi mali zorluklarını gizlemiyorlar. İktidarının son günlerinde Mursi’nin Suriye ile diplomatik ilişkileri kesmesi ve Suriye Büyükelçisini sınır dışı etmesinden sonra Mısır ve İran ilişkileri hızla kötüleşti.
Hamas’ın sıradan insanları Mursi’nin hamlesini kabul ederken üst düzey Hamas liderleri bu konuda istekli değillerdi. Onlar, Mursi’nin hareketinin Hamas’ın eski müttefiki İrana güçlü bir darbe olacağını düşündüler ki sonrasında düşmanları ile işbirliği kurarak ve Hamas dâhil dostları ile mücadele ederek Mursi’yi alaşağı etmek için çalıştılar.
Mursi’ye karşı yapılan darbe Hamas’ı şaşırttı ve İran, bunu eski müttefikini cezalandırmak için bir fırsat olarak gördü. Üst düzey bir Müslüman Kardeşler üyesi Al Monitöre, ideolojik olarak İran’a karşı olanlar da dahil olmak üzere Mursi’nin muhaliflerine İran’ın para verdiğini açıkladı.
DÜZELTME ÇABALARI
Hamas’ın ittifak ağı giderek zayıflıyor. Örgüt, özellikle Mahmud al Zahar gibi İran ile her daim ilişki kurulması taraftarı olan Hamas liderleri aracılığıyla ilişkileri tekrar yoluna koymak için bir dizi gizli veya açık girişimde bulunuyor.
Al Monitor’dan Shlomi Eldar da dahil olmak üzere kimi isimlerin belirttiği üzere Zahar’ın, tek başına hareket etmediğini bir kenara not etmek gerek.
Üst düzey bir Hamaslı yetkilinin Eldar’a söylediğine göre artık bir liderlik makamında bulunmamasına rağmen Zahar hareket içinde saygıyla anılır ve örgütün politikasının bir parçası olarak İran ile ilişki kurar. Hamas’ın liderleri, Filistin davasına hizmet etmek ve hiç kimseyle ilişkileri kesmemek için tüm kaynaklarını seferber etmek istiyorlar.
Yurt dışında bulunan diğer bir Hamas kaynağı Al Monitöre, Suriye devrimini desteklemek için Kahire’deki Uluslararası bir konferansa katılması için Müslüman Âlimler Genel Birliği tarafından Haziran ortalarında yapılan daveti Hamas’ın önemsemediğini söyledi. Hamas katılmama yolunu seçti çünkü İran ile ilişkilerini iyileştirmek istiyordu. Konferans, genç Arap ve Müslümanların Suriye’de rejime karşı savaşmak üzere toplanması tavsiyesinde bulundu.
İsmi geçen yazarla paylaşılan bilgilere göre son süreçte Beyrut’ta Hamas, Hizbullah ve İran’lı yetkilileri buluşturan bir dizi görüşme gerçekleşti. Gerilen ilişkileri tartışmak için Hamas, üst düzey bir İran heyeti ile görüşmek üzere siyasi büro üyesi Musa Ebu Merzuk başkanlığında üst düzey bir heyet gönderdi.
Hizbullah’ın karar mercilerine yakın bir kaynağın al Monitor’a yaptığı açıklama Ebu Merzuk’un İran ve Hizbullah yetkilileriyle Beyrut’ta yaptığı görüşme, taraflar arasındaki ilişkiyi en yüksek seviyede tutmak ve her bir tarafın koşullarını anlamak içindi.
Bu süre zarfında Hamas’a yakın medya, köprüleri yakmama ve İran’a saldırmama konusunda hayli dikkatliydi.
BARIŞ
Müslüman Kardeşler, Mısır’ın kapılarını İran’a açtıktan ve Mursi Tahran’a tarihi bir ziyaret yaptıktan sonra bazı Mısırlılar İran’a, Mısır’ın içişlerine karışmaktan uzak durması çağrısında bulundu. İran’ın yeni Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Mursi’nin devrilmesinin bir askeri darbe olduğunu ve ordunun siyasete müdahale etmesini reddettiğini açıkladı. Arakçi, demokratik bir şekilde seçilmiş bir cumhurbaşkanı olan Mursi’nin görevine iade edilmesi için çağrıda bulundu. İran, Suriye konusunda yanlışları olduğunu düşünmesine rağmen Mısır’daki en yakın dostu olarak gördüğü Mursi’den yana tutum aldı.Son süreçte, Mısır güvenlik güçlerinin Mısır’daki İran al-Alam kanalını kapatması ve müdürünü tutuklanması nedeniyle Tahran ve Kahire arasında ilişkiler kötüleşti. İran’ın Mısır ile ilişkileri hala daha da kötüleşebilir.
Gerçek şu ki hem Hamas hem de İran Mısır’daki yeni politik düzeninin Hamas-İran ilişkilerini onarabileceğini kabul etmiyor. Tahran, üstün jeopolitik konumunu sunarak, İran’la güçlü bir ilişkiye girmesinin daha iyi olacağı konusunda Hamas’ı ikna etmek için Mısır’da Müslüman Kardeşlerin düşüşünden yararlanmaya çalışabilir.
Tahran’ın maddi ve askeri desteği için bir yedek bulamayan Hamas, İran ile karşılıklı bir ihtiyaç halinin olduğunu söylemekten çekinmiyor. Türkiye, Mısır ve Katar ise ihtiyaçların karşılanması için uygun değil. Türkiye, protestolarla meşgul. Mısır’daki MK iktidardan uzaklaştırıldı ve Katar siyasi bir dönüşüm içinde.
İran’ın Hamasa ihtiyacı var çünkü Filistin’deki en örgütlü ve etkili silahlı siyasi hareket o. İran, müttefik Suriye’nin muhalefet tarafından hırpalandığını görüyor ve daha fazla bölgesel ortağını kaybetmek istemiyor.
Gazze sınırındaki tüneller üzerindeki Mısır engellemeleri, Hamas’ı İran’a ve Hizbullah’a yaklaştırıyor. Bir yanda İran ve Hizbullah tarafından ilişkileri geliştirme çabası, diğer yanda Hamas’ın hiçbir zaman ilişkilerinin tamamen kesilmediğini ancak görece zayıfladığını öne sürmesi.
Mısır’daki darbe, her iki tarafı, ilişkilerini kaldığı yerden devam ettirmek ve geçmiş hataların üstesinden gelmek dışında bir seçeneklerinin olmadığı konusundaki acı gerçeğe uyandırdı. Mursi yönetimindeki Mısır tamamen Hamas’ın tarafında değildi ve Hamas da yeni İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde, İran’ın tamamen onun karşısında olmasını istemiyor.
Adnan Abu Amer
Çeviren:İlyas Coşkun
Bu yazı 4 Ağustos 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde, 'Arap Coğrafyasında Geçen Hafta' dosyası içinde yayınlanmıştır.

7 Temmuz 2015 Salı

Bir kapının jeopolitiği



 Rojava tarafında Sêmelka Federe Kürdistan Bölgesinde ise Pêşabur adını alan sınır kapısı, son süreçte hayli gündemde. Suriye Kürtlerini Kuzeydeki kardeşlerinden ayıran PYD'nin el Nusra gibi radikal örgütlerle süren çatışmalarından dolayı jeopolitik önemi olan bir bağlantı noktası.Türkiye'nin sınır kapılarında ÖSO ve el Kaideci örgütler lehine olan hareketlilikten dolayı Rojava'nın ihtiyacı olan en temel insani malzemeler için de hayati önem taşıyor. Ancak bu sınır kapısının ne kadar işlev gördüğü konusunda Federe Yönetim ile PYD arasında anlaşmazlıklar var. Bölgeyi iyi bilen Gazeteci Mutlu Çiviroğlu ile sınır kapısı sorununu ve bölge siyasetindeki son gelişmeleri konuştuk.

Rojava ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki sınır kapısı sorunu nasıl doğdu ve şu anda durum nedir?
Bu kapı, önceden var olan bir kapı değil. Bu sene başında Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından açılan bir geçiş noktası diyebiliriz. Burası normal sınır kapısındaki güvenlik sorunu nedeniyle açılmıştı ve Rojava için bir soluk borusuydu. Özellikle uzun zamandır ambargo altında kalan bölgelerin temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir yerdi. Her ne kadar kapı ile ilgili kararlar Kürdistan Bölgesel Hükümeti adına atılıyor olsa da hükümet ortakları arasında da bazı sorunlar var. Türkiye’de basına pek yansımadı ama geçtiğimiz günlerde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında sert tartışmalar yaşandı. KYB ve muhalefet kapının derhal açılmasını istiyor. Özetle Kürdistan Bölgesinde de sınır kapısının kapalı olması konusunda bir fikir birliği yok. Sınır kapısındaki dönüm noktası mayıs ayında 70 kadar silahlı el Parti üyesinin sınırı geçmek isterken asayiş güçleri tarafından yakalanması ve soruşturmaya tabii tutulmasıyla yaşandı. Bu, Bölgesel Yönetim Başkanı Mesud Barzani’nin büyük tepkisine yol açtı. YPG bu güçlerin neden gece vakti, yasa dışı yollardan ve silahlı geçmek istediğini sorguladı ve bu bir krize yol açtı. Sonrasında bu kişiler bırakıldı ama o tarihten bu yana sınır kapısı kapatıldı. Bu konuda resmi bir açıklama olmasa da kapının bizzat Sayın Barzani’nin emriyle kapatıldığı sıkça dile getiriliyor.
Hafta sonu sınır kapısındaki görevlilerle görüştünüz. Neler aktardılar size?
Evet, görüştüğüm Pêşabur Sınır Kapısı Müdürü Şevket Berbihari ‘Kapı hiçbir zaman kapanmadı’ diyor. Geçişin ‘insani yardım’ amacıyla açıldığını söylüyor. Açık olmasından anladıkları çok farklı. KDP kapının tamamen açık olması halinde öngöremeyecekleri kadar göçmenin sınırı geçeceğinden endişe ediyor. Berbihari, ticaretin tek parti tekeline girmesinden endişe ettiklerini söylüyor. Açıkça sorduğumda ise bu partinin PYD olduğunu ifade ediyor.
KDP ne istiyor?
KDP’nin pratikteki tutumu; neden PYD? Neden el Parti veya diğerleri değil? PYD’nin diğer partilere de alan açmasını, diğerlerinin de silahlı güç bulundurmasını, sınırda kontrol kurmalarını istiyor.
PYD’nin yanıtı ne?
PYD, ‘Biz zaten üç taraftan çevriliyiz. Kuzeyde Türkiye, batıda ve güneyde hem rejim hem Nusra gibi el Kaide bağlantılı güçler. Bizim tek nefes kapımız burası’ diyerek kapının açılmasını istiyor. Sêmelka Sınır Kapısı sorumlularından Abulrahman Hemo’ya ne istediklerini sorduğumda, “Kapının sadece acil durum ve hasta geçişleri için değil, halkın temel ihtiyaçlarını gidermesi için tamamen açılması gerektiğini ifade etti. Hemo, ‘Kendi öz kardeşlerinin bu tutumunun Rojava halkını çok üzdüğünü çünkü bu kararla tüm halkın cezalandırıldığını’ dile getirdi.
PYD dışındaki partilerin tavrı nedir?
Rojava’da ekmek, su, süt, un, ilaç ve tıbbi malzeme gibi temel ihtiyaç maddelerinin olmayışı sorunu, bütün partilerin hemfikir olduğu bir konu. Ama kapının açılması konusunda Rojava’daki tüm partiler aynı tepkiyi vermiyorlar. Bazıları bölgesel yönetimi, daha doğrusu Başkan Barzani’yi kızdırmamak, bazıları da PYD ile beraber görünmemek için ses çıkarmıyor. PYD, durumun insani yönüne dikkat çekiyor ve siyasi anlaşmazlıkların bir kenara bırakılıp, kapının derhal açılmasını istiyor.
Federal Kürdistan Bölge Yönetimi Sözcüsü Ümit Sabah, 9 Ağustos’ta yaptığı açıklamada kapının insani yardım için açık, ticari işler ve sığınmacı geçişi için kapalı olduğunu söyledi. Hatta PYD’yi siyasi şov yapmakla itham etti. Bunu nasıl okuyorsunuz?
PYD’nin yanı sıra hükümetin küçük ortağı KYB ve başta Goran Hareketi olmak üzere Kürdistan Bölgesi’ndeki tüm muhalefetin kapının açılması yönünde beyanları var. Sabah’ın yaptığı son açıklamanın, bölgesel yönetime, daha doğrusu KDP’ye yönelik artan eleştirilere cevaben yapıldığı açık. Başta Güney olmak üzere, Kürt kamuoyunun kapının açılması doğrultusunda artan baskısı var ve çoğu kişi bu durumu siyasi şov olarak algılamıyor. Tam tersine, KDP’ye ve Başkan Barzani’ye eleştiri ve sitemlerin artması söz konusu. KYB Politbüro Sözcüsü Azad Cundiyani, Dr. Berhem Salih ve partinin önde gelen isimlerinden Kerkük Valisi Necmeddin Kerim’in de hükümete karşı bu yönde sert açıklamaları oldu.
Zaten Başkan Barzani de geçenlerde yaptığı açıklamada ‘Biz Suriye Kürtlerinin yanındayız’ derken hem kendisine yöneltilen eleştirileri azaltmayı, hem de Rojava halkına ‘arkanızdayım’ mesajı vermeyi amaçlıyordu. Şunu da hatırlatalım ki İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) birkaç hafta önce ‘Sınırlara Hapsolmuş Suriyeliler’ başlıklı bir rapor yayınladı. Raporda, Kürt Bölgesel Yönetimi yetkilileriyle yapılan görüşmelerde yönetimin, Rojava’dan daha fazla göçü kaldıramayacağı yönündeki endişelerine yer veriliyor. Kürt Bölgesel Yönetimi, ne Bağdat’tan ne de BM’den destek aldıklarını ve kapıları kapatmak zorunda kaldıklarını söylüyor. Yani, ‘Kapıyı açarsak girişler artar’ şeklinde bir algı var. Bunu geçenlerde Berbiharki de kendisiyle konuştuğumda açıkça dile getirmişti. PYD yetkilisi Hemo ise iddianın doğru olmadığını çünkü kendilerinin de halkın Rojava’yı boşaltmasına karşı olduklarını dile getirdi. Hemo ve diğer PYD yöneticileri bu tür söylemleri bahane olarak görüyorlar.  Yine, ‘ticaret’ vurgusu da olumsuz bir çağrışımda bulunuyor, sanki birileri mal alıp satmaya gidecekmiş gibi. Aslında ticaretten kasıt Rojava’ya ihtiyaç duyulan maddelerin temin edilmesi. Bilindiği gibi Şam’dan yiyecek, içecek ve temel ihtiyaç maddeleri gelişi yok. Kobani ve Afrin bölgelerine de, bağlı oldukları Halep’ten malzeme gelmiyor çünkü yollar Nusra vb. silahlı grupların denetiminde. Bu yüzden en temel ihtiyaçların karşılanması için bu geçiş önemli. PYD’nin bu işten ticari gelir elde edeceği şüphesiyle bu gidiş gelişler engelleniyor algısı hakim.

PYD’ye olan ön yargılar nedeniyle Barzani’ye sınır kapısının kapatılması yönünde baskı uyguladığı konuşuluyor. Bu gerilimde Türkiye’nin rolü var mı?
Evet, böyle bir olasılık değişik çevreler tarafından da dile getiriliyor. Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin hacmi zaten bilinen bir durum. Bu nedenle de, Barzani’nin Türkiye’yi rahatsız edecek adımlar atmayacağını, Ankara’nın hassasiyetlerini göz önünde bulunduracağını herkes kabul ediyor. Aslında biraz da Türkiye’nin Suriye politikasına bakmak lazım. Ankara ilk önce Kürt’süz, onlara rol vermeden inşa etmek istedi Suriye politikasını ama başarılı olamadı. Sonrasında Abdülbasit Seyda gibi, toplumda hiçbir ağırlığı olmayan insanlarla temas kurdu. Bunun da işlemediğini görünce Kürt Ulusal Konseyi üzerinden girişimlerde bulundu. Bu da olmayınca sonunda PYD ile temasa geçmeye karar verdi. Ancak Türkiye-PYD görüşmesinden bu yana Rojava’ya yansıyan somut bir şey yok. Rojava halkı, Türkiye’nin kendilerine dönük olumsuz siyasetini durdurmasını bekliyordu ama bu şimdiye kadar olmadı. Ayrıca Halep cephesinden görüştüğüm Cephet el Ekrad (Kürt Cephesi) ve YPG komutanları, aynen ve belki de daha fazla oranda el Nusra gibi silahlı örgütlere Türkiye’den yardım yapıldığını söylüyor.
Sêrekaniyê’de de durum aynı mı?
Sêrekaniyê’den görüştüğüm kişiler son çatışmalarda Türkiye’nin doğrudan müdahil olmadığını aktardı. Ama bu çatışmalar 3-4 hafta önceydi. Halep etrafındaki çatışmalar ve sivillere yönelik saldırılar ise çok daha yakın tarihte meydana geldi. Türkiye artık Rojava konusunda ne yapmak istediğine karar vermeli, bu konudaki belirsizliğini gidermelidir.
Rojava’da PYD değil de, örneğin Barzani’ye yakın el Parti veya Azadi Partisi bu kadar önde olsaydı, sınır kapısındaki bu gerilim yaşanır mıydı?
Eğer el Parti ve Azadi Partisi sınır kapısını kontrol etseydi bu kadar gergin bir durum ortaya çıkmazdı. Yaşanan durum biraz da güç kavgasının dışa vurumu. Hiç şüphe yok ki KDP kendisine yakın partilerin Rojava’da güçlenmesini arzu eder. Bu bahsettiğiniz partiler Sêmelka’yı kontrol etselerdi ya da Rojava’da daha fazla güç sahibi olsalardı, Başkan Barzani de bu kadar sert tepki koymazdı. Bu biraz da Ankara’nın tutumuna bağlı olurdu çünkü Rojava’da en son ilişki kurmak istediği güçtü PYD. Demin de dediğim gibi Barzani de Türkiye ile ilişkilere büyük önem veriyor. Sanırım o koşullarda onlar da daha rahat olabilirlerdi.
PYD’nin kendisine muhalif partileri sürekli göreve çağırdığı çok defa basına yansıdı ancak görebildiğimiz kadarıyla bu yönde bir gelişme olmadı...
Doğru, bizzat Salih Müslim’le ve diğer üst düzey yöneticilerle yaptığım sohbetlerde de benzer çağrılar dile getirildi. PYD, ‘Bu yük sadece bizim sırtımızda. Diğer partiler de sadece söylemde değil pratikte görev almalılar’ şeklinde uyarılar yapıyor. Ama diğer partiler de ‘Biz görev almak istiyoruz ancak fırsat verilmiyor’ şeklinde itiraz ediyorlar. Tarafların birlikte çalışma noktasında karşılıklı eksiklikleri var. Bu bahsettiğimiz Ulusal Kongre heyeti bu konuda da bir takım çalışmalar yapabilir.
PYD’yi Rojava siyasetinde bu derece öne çıkaran etkenler neler?
Benim Rojava’ya giden insanlardan görebildiğim izlenim şu ki; kim oraya gittiyse, PYD’ye olan güvensizliği güvene dönüşüyor. PYD’nin sağladığı eğitim, sağlık, güvenlik gibi hizmetler takdirle karşılanıyor. İkinci nokta, PYD dışındaki partilerin çoğunun lideri Süleymaniye veya Erbil’de, yani Rojava dışında. Halk bundan rahatsızlık duyuyor, ‘Neden hâlâ yurt dışındasınız’ diye tepkisini dile getiriyor. PYD liderleri ise halkın içinde. Halk, zor günlerinde kendisiyle birlikte olan, kendisine sahip çıkana saygı duyuyor ve destek sunuyor.
Üçüncüsü, PYD dışındaki muhalefet çok dağınık ve parçalı. Mesela KDP adında dört parti var. Her birisi kendini meşru KDP görüyor ama Dr. Abdulhakim Beşar’ın lideri olduğu adına kısaca el Parti denen grup, Başkan Barzani’nin desteklediği kol. Yine Azadi partisinin iki kolu var. Yekiti Partisi ikiye ayrılmış durumda. Yani bu Rojava’daki partilerin coğu tabandan yoksun ve biraz gücü olanlar da zaten kendi içinde bölünmüş durumdalar. Bu nedenle PYD sürekli güçlenen, halkın bir araya geldiği bir adres oluyor. Son süreçte PYD’nin de tek başına yönetimi yumuşatarak seçimlere gidilmesini istediğini hatırlatalım. Ancak 6 ay içinde seçim yapılması önerisi de diğer bazı Kürt partileri tarafından ‘Bu bir PYD projesidir’ denilerek desteklenmiyor.
Kürt Ulusal Kongresine giderken bu sorun nasıl bir yol izler?
Kongre bünyesinde bağımsız bir heyetin hem Rojava’daki katliamları hem de sınır kapısı sorununa dair bir incelemede bulunacağı yönünde haberler var. Ancak Rojava’daki bu olağanüstü durumdan dolayı Kongrenin de bir-iki hafta erteleneceği yönünde bir dizi iddia dile getiriliyor. Ama şu konuda eminiz; sınır kapısının kapalı olmasıyla ilgili Kürtler arasında büyük bir rahatsızlık var. Türkiye, Avrupa ve Amerika’nın yanı sıra, Kürdistan Bölgesindeki Süleymaniye ve Erbil’de de Rojava’ya destek gösterileri yapıldı. Sınır kapısı sorunun çözüm noktasına gelince, örneğin, kapıyı kontrol edecek, diğer partilerin de üye bulundurduğu  ortak bir yönetim oluşturulabilir.
İRAN PYD’YE ‘ALTERNATİFSİZ DEĞİLSİN’ DEDİ
SALİH Müslim’in İran ziyaretini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İran, PYD’ye alternatifsiz olmadığını hatırlatıyor. Türkiye’ye bir hamle olarak davet etti. Müslim gorüşme sonrası yaptığı açıklamada ‘İran’ın kendilerine dayanışma içinde olma sözü verdiğini’ aktardı. Bu ‘dayanışma’ vurgusu önemli. Diğer yandan Rusya ve İran medyası sayesinde Rojava’daki katliamdan dünyanın haberdar olduğunu ekleyelim. İran, Esad üzerindeki gücünü de kullanarak Kürtleri kendi yanına çekmeye çalışıyor. Şu gerçek ki Suriye Kürtleri, Türkiye ile ilişki kurmak istiyor. Bunu Salih Müslim ve diğer birçok siyasetçi paylaştı. Ama buradan ilerleme olmayacaksa da alternatif ilişkiler kurmaya çalışıyorlar. Müslim’in son Türkiye ziyareti birçok şeyi netleştirecek. Türkiye gerçekten silahlı grupları desteklemeyi bırakıp yüzünü Rojava’ya dönecek mi, bunu biz de merakla bekliyoruz.

İlyas Coşkun
Bu söyleşi 14 Ağustos 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.