2 Ekim 2015 Cuma

Suriye’deki satrancın tarafları



Birleşmiş Milletler zirvesinden geriye akılda ne kaldı diye şöyle bir düşünsek, sanırım bir çoğumuz ABD Lideri Barack Obama ve Rusya Lideri Vladimir Putin’in yaptıkları baş başa görüşme ve Suriye meselesinde vardıkları ‘anlaşma’ diyecektir. Anlaşmayı burada bilerek tırnak içine alıyoruz çünkü Suriye’de yaratılan soruna müdahalenin kapsamı ve süresi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın geleceği, bu krizde sorumlu ve çözüme dahil alması gereken bölge ülkelerinin rolü gibi birçok soru hâlâ yanıt bekliyor.
Ancak bu kadar bulanık olmayan başlıklar da var. Bunları; kısa vadede ‘Esad’sız çözüm’ sloganından vazgeçme, devletin kurumsal alt yapısı askeri ve sivil bürokrasinin korunması, sahadan radikal İslamcıların hızla temizlenmesi için hava operasyonlarının sürdürülmesi ve bir an önce ülkede ‘normalleşmeyi’ sağlayacak bir geçiş sürecini başlatma şeklinde sıralayabiliriz.
BM’deki konuşmasında Putin’in, “Suriye’de Esad ve Kürtler dışında kimse IŞİD’le gerçek anlamda mücadele etmiyor” şeklindeki sözlerini de es geçmeyelim. Bu sözleri taraf kazanma veya ilişkileri derinleştirme yönünde diplomatik bir göz kırpma şeklinde okunabileceğimiz gibi bir yandan Kürtlerin hakkının teslim edilmesi olarak da değerlendirebiliriz.
Bildiğimiz üzere Suriye Kürtleri, IŞİD’e karşı verdiği mücadele ile uluslararası kamuoyunun dikkatini çoktan çekti. Bunun üzerine YPG’nin sahadan verdiği istihbarat bilgileriyle ABD’nin operasyonel ortağı olması, en son da Putin’in BM kürsüsünden yaptığı bu açıklama üzerine ‘Suriye düğümünün çözümünde PYD de masada kendisine yer bulacaktır’ şeklindeki değerlendirme sanırım yanlış olmaz.
RUSYA’DAN HIZLI SURİYE ATAĞI
Tekrar Rusya’ya dönelim. Daha Obama-Putin görüşmesi ve ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin “Rusya ile Suriye konusunda temel ilkelerde anlaştık” şeklindeki açıklaması sıcaklığını korurken Putin hızlı bir atak yaptı.
Rus lider yurt dışına asker göndermek için parlamentonun üst kanadı Federasyon Konseyinden onay istedi. Onay oy birliği ile verildi ve Rusya 30 Eylül günü resmi olarak Suriye’deki IŞİD hedeflerini vurdu.
Rusya bu operasyonlarla ilgili iki noktaya dikkat çekiyor: Birincisi karadan operasyon olmayacak, havadan saldırılarla yetinilecek. İkincisi operasyonlarda başta ABD olmak üzere bölge ülkeleri* bilgilendirilmeye özen gösterecek.
Peki büyük güçler açısından sahada son durum ne?
RUSYA
Kerry’nin “ABD için krizin çözümüne dönük bir fırsat” olarak gördüğü Rusya’nın aslında neden Suriye’de olduğuna dair çokça soru ve yanıt veriliyor. Bunlardan bazıları; Suriye’deki varlığıyla bölgedeki diğer ülkelere gücünü göstermek istemesi, ilerde Suriye krizinin çözümü için kurulacak masada kendi çıkarlarını garantiye alma gayreti, Rusya Federasyonundan IŞİD’e ve Suriye’deki diğer radikal örgütlere katılan Çeçen savaşçılarla sahada mücadele etme niyeti gibi birçok neden siyaset uzmanları ve gazeteciler tarafından sıralanıyor.
Tüm bunlardan hareketle, Rusya BM’deki veto yetkisiyle Suriye’nin en büyük destekçisi. Tartus’taki deniz üssüne ek olarak Lazkiye’de bir hava üssü edindi. 30’a yakın Rus savaş uçağı bu üste ve ayrıca burayı korumak amacıyla hava savunma sistemleri ve insansız hava araçları da mevcut. Ayrıca Suriye ordusu için savaş uçağı, zırhlı araç, mühimmat ve üst düzey askeri ekipmanlar gönderdiğini biliyoruz. Ek olarak Rus Kommersant gazetesine göre 1700 askeri uzman da Tartus’taki üsse sevk edilmiş durumda. Son olarak Rusya, operasyonlarını ABD gibi salt IŞİD ile de sınırlamadı ve hedeflerine el Nusra gibi “Tüm terörist grupların dahil” olduğunu açıkladı.
İRAN
Esad’ın diğer sadık müttefiki İran. Suriye üzerinden direniş hattının müdafaasını yapan İran, Esad yönetimine finansal destek ve askeri yardım sunuyor. Bu yılın ocak ve ağustos aylarında iki Devrim Muhafızları ordusu komutanının Suriye sahasında öldürülmesi de İranlı birliklerin operasyonlara katıldığı izlenimini güçlendiriyor.
Tahran yönetimi ayrıca Rusya, Suriye ve Irak ile birlikte merkezi Bağdat’ta kurulan ve Suriye’deki hava operasyonlarını koordine edecek olan merkezin bir üyesi. Bu da nükleer anlaşma ile motive olan İran’a bölge üzerinde nüfuz artırıcı bir etki sağlıyor.
ŞAM YÖNETİMİ
Peki sahada varlık yokluk mücadelesi veren Şam yönetiminin durumu nedir? Temmuz sonunda yaptığı açıklamada Esad uzun savaş, ölümler, kaçaklar ve göçler nedeniyle çatışmalar başlamadan yani 2011 öncesinde 300 bin askere sahip Suriye ordusunun mevcudunun önemli ölçüde azaldığını ifade etti. Şu an Suriye’nin üçte birlik kısmının da Şam yönetimi, geri kalanı ise IŞİD, el Kaide ve bağlantılı gruplar ve Kürtlerin otoritesi altında. Ancak bu üçte birlik kısma Halep’in bir bölümü, Hama ve Humus’un merkezleri, Şam, Lazkiye ve Tartus gibi Akdeniz kıyısı dahil ve bu da nüfusun yarısının Şam yönetimi altında yaşadığına işaret ediyor.
Ordudaki zayıflamaya rağmen 2012’de Ulusal Savunma Güçleri adıyla kurulan ve 100 bine yakın kişiyi kapsadığı düşünülen milis gücü de sahada radikal İslamcılara karşı savaş veriyor.
HİZBULLAH
Ayrıca Lübnan, Irak, İran ve Afganistan’dan gelen Şii milisler ve Hizbullah’ın 5 bin civarında olduğu iddia edilen militanları da Suriye ordusuna sahada yardımcı oluyor. Esad’ın yukarda andığımız konuşmasında Rusya ve İran’ın ardından Hizbullah’a da teşekkür ettiğini hatırlatmamız, sahadaki önemini kavramamız açısından yeterli olacaktır.
KÜRTLER
Suriye Kürtleri, Türkiye Suriye sınırında, bölgede yaşayan diğer halkları da kapsayacak şekilde üç kanton halinde kendi yönetimlerini inşa etmiş durumdalar. Bulundukları saha YPG/J tarafından temizlenene kadar radikal İslamcı örgütler için stratejik bir konumdaydı. Özellikle cihat çağrısına yanıt veren savaşçıların ve kısmen silah akışının sağlandığı bağlantılar bu sınırdan sağlanıyordu. Kobanê ve Cizîre kantonları ABD’nin hava operasyonlarının desteğiyle IŞİD’e karşı savaşta birleştirilmiş ve Kürt güçleri en batıdaki Efrin Kantonu’na ilerlemek isterken durdurulmuştu. Özellikle Türkiye’nin, Azez-Cerablus arasındaki 90 kilometrelik alana dair çeşitli önerileri var ve son olarak buraya üç büyük mülteci kenti kurmak gibi bir teklif bile sundu. Ancak bu hatta dair projeleri henüz kabul edilmiş değil. PYD Lideri Salih Müslim’in Patrick Cockburn ile yaptığı söyleşide etrafı kuşatılmış ve tehdit altındaki Efrin Kantonu’na bir koridor açmak istediklerini de hatırlarsak, gelecekte YPG/J’nin bu yönde bir girişiminin sürpriz olmayacağını söyleyebiliriz.
KOALİSYON GÜÇLERİ
2014’den bu yana da ABD’nin başını çektiği, Suudi Arabistan, Katar ve Avustralya  gibi ülkelerin dahil olduğu koalisyon güçleri IŞİD’e karşı hava operasyonları düzenleniyordu. Son süreçte bu koalisyon güçlerine İngiltere, Fransa ve Türkiye’de katılmıştı. ‘Esad bir an önce gitmeli’ çizgisindeki bu ekip, ABD’nin Suriye politikasını değiştirmesinin ardından kendilerini, hamilerinin çizgisinde bulacaktır ya da itirazları esas politik hattı değiştirmeye yetmeyecek seviyede kalacaktır, diyebiliriz. Bir başka yazının genişçe ele alınması gereken konusu olmakla beraber Suriye’deki radikal İslamcı hareketleri de kısaca hatırlatalım.
SURİYE’DEKİ ÖNDE GELEN CİHATÇI ÖRGÜTLER
AHRARUŞ ŞAM
2011 yılında kuruldu ve finansörü olarak Körfez ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin de olduğu iddia ediliyor. İdlib, Halep ve Şam vilayetlerindeki etkisiyle güçlü bir örgüt. Reuters geçtiğimiz hafta örgütle ilgili yaptığı haberin başlığını “Türkiye destekli Ahraruş Şam güçleniyor” şeklinde vermiş ve örgüte dair son gelişmeleri paylaşmıştı. Örgüte dair son bilgi olarak, Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki bölgeler ile Türkiye arasındaki tek yasal geçiş noktası olan Cilvegözü Sınır Kapısı’nın karşısındaki Babel Hava’yı kontrol ettiğini söyleyelim.
NUSRA CEPHESİ
El Kaide’nin Suriye kolu ve en güçlü cihatist örgütler arasında sıralanıyor. Liderleri Ebu Muhammed Al Colani’nin mayıs ayında el Cezire’ye verdiği röportaj çok tartışılmış ve Katar’ın ‘imaj çalışması’ olarak değerlendirilmişti. Diğer örgütlerle birlikte İdlib ve Halep’te ortak operasyonlar düzenliyor. Ahraruş Şam örgütü gibi bu da İdlib’i Şam yönetiminin elinden alan Fetih Ordusunda yer alıyor.
CEYŞÜL İSLAM
Lideri Zahran Alluş, Suudi Arabistan’da mukim şeyh Abdullah Muhammed Alluş’un oğludur. Şam çevresinde etkilidir. Bir dizi Selefi örgütle İslam Ordusunu kurmuştur. İslam Ordusu da Fetih Ordusunun bir bileşenidir.
İSLAM DEVLETİ
Yani Irak Şam İslam Devleti. Diğer örgütlerle kıyaslanamayacak güçte bir örgüt. 2013 yılından bu yana neredeyse Suriye topraklarının yarısını işgal etmiş durumda ve sınırları Irak’ın bazı bölgelerine kadar uzuyor. Liderleri, kendini halife ilan eden Ebu Bekir el Bağdadi. Suriye devletiyle olduğu kadar diğer radikal örgütlerle de sık sık hakimiyet çatışmalarına giren örgüt Rojava’da da YPG ile güç mücadelesine girmiş ve yenilmişti. Askeri gücü bakımından da diğer örgütlere fark atan örgütün, 30 bin savaşçısı olduğu varsayılıyor.

* Rus haber sitelerinden öğrendiğimiz kadarıyla Rusya, ilk operasyonu öncesinde İsrail ve Türkiye’yi bilgilendirdi. Suriye hava kuvvetleriyle birlikte yapılan bu operasyon konusunda İran ve Irak’tan da bir rahatsızlık açıklaması gelmedi.
İlyas Coşkun
Bu yazı 2 Ekim 2015 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

29 Eylül 2015 Salı

FKÖ Genel Sekreteri: Konsey toplantısı ulusal uzlaşı için fırsat olabilir


Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, ağustos ayının sonunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Yürütme Komitesi başkanlığından istifa etti. Abbas ile birlikte 18 kişilik komitenin yarısından fazlası da istifalarını sundu.
İstifalar üzerine Konsey, tüzüğü gereği yeni yürütme komitesini seçmek için 15 Eylül’de olağanüstü toplantı çağrısında bulundu. Ancak, Hamas ve İslami Cihad bu karara karşı çıktı. Ayrıca Filistin Halk Kurtuluş Cephesi de toplantıyı boykot edeceğini açıkladı.
İtirazlar üzerine eylül başında Filistin Ulusal Konseyi Başkanı Selim Ez-Za, Ulusal Konseyin eylülün 15’inde yapılması planlanan toplantısının “ileri bir tarihe ertelendiğini” açıkladı.
Filistin Ulusal Konseyi, yurt içi ve dışındaki bütün Filistinlileri temsil eden bir “parlamento” olarak görülüyor. FKÖ Yürütme Komitesinin üyeleri de Konsey üyeleri tarafından seçiliyor. Yürütme Komitesi FKÖ’nün en yetkili karar mercii konumunda ve tüm Filistinliler adına İsrail ile barış görüşmelerini yürütüyor.
İstifaların ve yerine geçecek isimlerin önemi de buradan kaynaklanıyor. Filistinli kimi örgütler Abbas’ın istifasının arkasında, örgütü kendi lehine yeniden şekillendirme girişimi olduğuna inanıyor. Ancak en son 1996’da Gazze’de toplanmış olan Filistin Ulusal Konseyinin Filistin siyasetinde süre giden anlaşmazlıklara rağmen toplanıp toplanmayacağı, bu sorunlara bir çözüm bulup bulamayacağı soru işareti.
Yukarıda kısaca tartışmanın merkezindeki örgütleri ve önemini anlattığımız meseleye dair aşağıda Middle East Eye sitesinden Benjamin Dooley’in, FKÖ Yürütme Komitesi Genel Sekreteri Saib Erekat ile yaptığı röportajın bir kısmını okuyabilirsiniz...*
Ağustos ayında Abbas ve bir grup Yürütme Komitesi üyesinin istifasıyla ilgili çeşitli iddialar var. Sizce istifaların gerekçesi tam olarak nedir?
Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) en yüksek karar organı olan ve 19 senedir toplanmayan Filistin Ulusal Konseyinin (FUK) toplanması için bir çağrı oldu. Ve demokratik bir toplum olduğumuz için Konseyin yeniden toplantıya çağrılmasıyla ilgili çeşitli spekülasyonlar yapıldı. Herkes kendi aklınca neden bu çağrıyı yaptığımızı değerlendirmektedir. Ben ise FKÖ’nün seçilmiş bir genel sekreteri olarak bu toplantının yapılmasının zamanı geldiğine inanıyorum.
Bu Konsey, 19 yılda bir değil her yıl toplanmalı. Ayrıca geçen 19 yılda çok şey yaşandı.
Sanırım Filistinlilerin yüzde 90’ı 30 yaşının altında. Ben ise 60 yaşındayım ve FKÖ’nün en genç üyesiyim. Bundan utanç duymalıyız. Toplantı çağrısı, demokratik bir toplumda, demokratik bir işleyiş için bir fırsattı.
Abbas’ın Komiteden ayrılması kararına saygı duyuyorum. Abbas, doğrusu Filistin ulusal hareketinin babasıdır. Kendisi gerçekçi davranıyor. O, “80 yaşındayım. Arkamda bir boşluk bırakamam, kurumlara ihtiyacım var. Arkamda, FKÖ ile yeni bir komiteye ihtiyacım var” diyor. 
Neden Konseyin yeniden toplanması için 19 sene beklendi?
Çok fazla neden var. Bir kısmı pratik eksiklik bir kısmı ise bizlerin hataları. 19 yıl boyunca Konseyi toplamamak bir hataydı. 
Yani Komitedeki istifaların özellikle herhangi bir kişiye yönelik olmadığını mı söylüyorsunuz? 
Hayır. Biz, ilkin acil, olağanüstü bir Konsey toplantısı yapmak istedik fakat sonra bundan vazgeçerek, olağan toplantı yapılmasına karar verdik. Bu toplantıya çok iyi hazırlanmalıyız. Bu nedenle Konsey toplantısını yıl sonuna erteledik.
Eğer tekrar göreve gelmez ve siyasetten çekilirse diye Abbas’ın varisi olarak çok sayıda isim sayılıyor.
Eğer Abbas inzivaya çekilmeye karar verir ve bir varis işaret etmezse seçimlere gideriz. Seçimler sonunda kim galip gelirse o yeni başkan olur. 
Böyle bir durumda aday olur musunuz?
Hayır, kesinlikle. 
Neden?
Başkan olmak istemiyorum.
Fakat siz FKÖ’nün en deneyimli üyelerinden birisiniz.
Bu bir tercih meselesi. Adaylık için çok sayıda isim geçiyor ama ben bunlar arasında yokum.
Adaylık için ismi geçenler derken?
Kararı Filistin halkına bırakıyorum. 26 siyasi partimiz var. Konuyla ilgili bence yasalar da gayet açık. Geçmiş seçimlerde de Abbas’a karşı adaylar çıkmıştı.
Ancak FKÖ başkanlığı için ismi geçen bir çok önemli isim cezaevinde
Onların dışarı çıkmasına ihtiyacımız var. Mervan Barguti’nin serbet kalmasına ihtiyacımız var. Ama cezaevlerini biz değil İsrail kontrol ediyor. 
Kendisi cezaevindeyken nasıl başkan olabilir?
Barguti serbest kalana kadar seçim yapmayalım mı diyorsun?
Hayır  ama eğer bir seçim olacaksa bununla ilgili alternatif planlar, hazırlıklar da olmalı.
Deneyimlerime göre, Barguti en iyi seçenek ve başkanlık için tam desteğe sahip. 
Onun başkanlık için adaylığını destekleyecek misiniz?
Doğrusu bu Fetih hükümetine bağlı. Kendisi El Fetih Merkez Komite Üyesi. Doğru bir aday olduğunu düşünüyorum ve ilk başta cezaevinden çıkmalı. Örneğin seçimde ben aday olsam yüzde 5 veya 3 oy alırım ama o yüzde 40 alır.
Seçmen desteği bir yana, Barguti’nin el Fetih içindeki etkisi nedir?
Dediğim gibi kendisi örgütün merkez komite üyesi. Çok fazla taraftarı var. Hayli nitelikli. Gerçek bir devlet adamı. 
Hamas ulusal uzlaşı olmadığı gerekçesiyle Konsey toplantısının ertelenmesi talep etti. Bu çıkışı Hamas ve el Fetih arasındaki görüşmeler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Konsey toplantısının ertelenmesi ulusal uzlaşı için bir fırsat sağladı. Tüm Hamas üyelerinin Gazze’yi de kapsayacak bir ulusal birlik hükümeti istediğini düşünüyorum. Ve onların, kurulacak bu hükümette anlaşmazlık olduğu takdirde silaha değil sandığa gitmelerine ihtiyacımız var.  
Ancak anketlerde, Filistinlilerin yüzde 74’ünün Hamas’ın İsrail ve toprak işgallerine karşı verdiği mücadele yöntemlerinden memnun olduğunu görüyoruz.
Bakın, eğer insanlar Hamas’ı seçiyorsa bu onların demokratik hakkıdır. Onlar Hamas’ı en son 2006’da seçti**. Eğer demokratik bir seçim yapılsa Hamas gider. Elbetteki el Fetih olarak siyaseten Hamas’ı yenmek istiyoruz. Düşün ki ABD Başkanı Obama’ya, rakibi Donald Trumb’ı desteklemesini istiyorsun! Bu soruyu neden soruyorsun? Hamas’ı mı destekleyeyim? Allah aşkına ciddi olalım. 
Sorum bir seçim galibinin, hükümeti kurup kuramayacağıydı. 
Hamas 2006 yılındaki seçimi kazandıktan sonra Eriha’da Hamas Lideri İsmail Haniye’ye ile yaptığım konuşmayı hatırlıyorum. Ona “Filistin’in başbakanısın, benim başbakanımsın” dedim. Elbette bu gerçeği kabul ettik. Seçimlerden kim birinci çıkarsa da Filistin başkanı o olacak. 
Ülkedeki uzlaşı eksikliği, 29 Eylül’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda bir konuşma yapacak olan Abbas’ın elini zayıflatır mı?
Abbas’ın esas sorunu FUK veya Filistinli politikacılar değil. Biz canlı bir demokrasiye sahibiz. Bizim esas sorunumuz müzakere yerine dikte etmeyi seçen, Filistin topraklarına yerleşim yerleri kurmaya devam eden, barış sürecini askıya alan Netanyahu (İsrail Başbakanı) denen adam. Kendisi açıkça Filistin Devletini kabul etmeyeceğini söyledi. Bu, Abbas’ın gerçek sorunu ve bence kendisi İsrail ile ilişkisini sınırlandırmalı. Netanyahu, aynı tas aynı hamam, mevcut statüko sürsün istiyor ama bu imkansız. 
Oslo Barış Anlaşmasından vazgeçilmesi gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Netanyahu bunu bizim yerimize yaptı. Oslo anlaşması artık yok. Biz A bölgesinde oturuyoruz ve İsrail gelip beni tutuklayabilir. Girmelerine izin verilmeyen bir yere girebilirler. Filistin yargısını, ekonomisini, topraklarını elimizden aldılar. A bölgesindeki evlerimizi yıkıyorlar! Netanyau için soru şu: Oslo Anlaşması var mı? Biz 1993’de barış anlaşmasını imzalarken o, “Yapacağım son şey olsa da, bu anlaşmayı gömeceğim” dedi. Sonunda bunu yaptı. 
Oslo Anlaşmasının en önemli maddesi İsrail Devleti’nin tanınmasıydı. Bu yüzden, sizin anlaşmayı iptal etmek istemenizdeki amaç ne?
Evet, bahsettiğiniz husus anlaşmanın önemli bir parçası. Eğer biz, gücü olmayan bir Filistin otoritesiysek, bedeli olmayan bir işgale uğruyorsak ve Gazze’ye yönelik abluka devam ediyorsa, bu imkansız. Bu şekilde sürdürmek aptalca. Alnımızda aptal yazmıyor. Netanyahu Oslo anlaşmasını gömüyor. O, iki devletten değil, tek devletten yana.  Filistinliler için kutsal bir mekan olan el Aksa Camii’nde ne yaptığına bakın. 5 yıllık süre içinde insanlar neden dinsel çatışmalara bir çözüm bulamadığımızı merak edecektir. Öyle ya -insanların dediği gibi- bu Arapların DNA’larından kaynaklanıyor! Fakat bana İslam Devleti’nde (IŞİD) bir gazeteciyi boğazını keserek öldüren cani ile Yahudi Devletinde 18 aylık bebek Ali Davabşa’yı yakarak öldüren katil arasındaki farklı söyleyebilir misin?
Açıkca Oslo’dan ayrılmak mı tartışılıyor?
Oslo zaten yok. Nerede bu anlaşma? Mahmud Abbas, Netanyahu izin vermeden Ürdün’e uçabilir mi?
Bu çıkış, İsrail halkı tarafından dikkate alınır mı?
Hayır. Bence İsrail halkı bizi görmüyor bile. Onlar gerçekleri yadsımaya karar verdi. Netanyahu onlara, “Ben güçlüyüm, istediğim her şeyi yaparım. Amerikan Kongresine gider Obama’ya karşı koyarım, Avrupalıları küçümserim, tüm dünyaya kafa tutarım” diyor. İnsanlar da böylesi zırvaları duymaktan hoşlanıyor. 
İsrail’in eylemleri ve sizin onu tanımamanız birbirini güçlendiren şeyler. Bunu nasıl durduracaksınız? 
Bir Filistinli, bir Müslüman olarak Musevilik benim için bir tehdit değil. Yahudilik, İslam veya Hristiyanlık gibi Allah’ın büyük dinlerinden biri ve yaşadığımız anlaşmazlık dini değil siyasi.
Ne yazık ki günümüzde camiye, kiliseye ve sinagoga gidenler Allah’ı kullanmaya çalışıyor ve onu emlak simsarına dönüştürüyor. O, toprakları burada ve orada pay etti. Çoğu insan bu topraklar İbrahim peygambere verildiğinde onun iki erkek çocuğa sahip olduğunu unutuyor***. Allah bu çocuklar arasında ayrım yaptı mı? Hayır. Bu yüzden günümüzdeki sorun, iki devletli çözüm esasında halledilmeli. 1967 sınırlarında, Filistin Devleti ile İsrail Devleti yan yana yaşayabilir. Bundan başka çözüm yok, tek devletli bir çözüm yok. İsrail -şimdi için- asla bir çözümün parçası değil.
Netanyahu’nun yarattığı şey, ırkçı bir sistem. Batı Şeria’da, Doğu Kudüs’te olanlar, Güney Afrika’da olanlar gibi. Allah aşkına, Batı Şeria’ya İsrail tarafından verilen bu yeşil kimlikle girebiliyorum. İsrail’lilerin kimliği ise mavi oluyor. Benim araba plakam beyaz ve yeşil, İsraillilerin ise sarı. Bazı yollar sadece İsraillilerin kullanması için, ben geçemiyorum. Eğer insanlar bu durumu sindirebiliyorsa, böylesi bir sistemi hoş görüyorsa ayna bakmalı ve çocuklarının geleceğini görmeliler. Çünkü böylesi bir zihniyet ile onlar, diğer seçeneklere karşı olarak yetişecekler. Bugün ABD’den Batı Şeria’ya gelen orta sınıf üstü çocuklar, eğer Filistinlilere zarar verirlerse, onları yakarlarsa, ağaçları yerinden sökerlerse Allah’a daha yaklaşacağına inanıyor!
Diğer yandan Filistinli intihar bombacıları var.
Daha öncede söylediğim gibi hiçbir aşırılığı ayrı tutmuyorum. Katiller İslami kullanıyor. Bu konuda tutarlıyım. Yahudiliği bir tehdit olarak görmüyorum aynı şekilde İslam’ın da bir tehdit olarak görülmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Eğer Netanyahu tüm dünyadaki Yahudilerin kendisini körü körüne desteklemesini istiyorsa onu durduramam. Ama bu bölgedeki Hristiyanlığın ve Müslümanlığın Yahudiliğe dönüşmeyeceğine ve tersinin de olmayacağına garanti veririm.
Fakat çoğu İsrailli Barguti’yi yukarıda eleştirdiğiniz kategoride değerlendiriyor ve kendisi ikinci intifada sırasında El Aksa Şehitleri Tugayları lideri olmakla suçlanıp tutuklanmıştı.
Hayır Barguti haksız yere suçlu bulundu. Barguti bizden biri, barışı savunuyor, benim de ait olduğum örgütün esas liderlerinden biri ve İsrail Devletini tanıyor. 
Oslo anlaşması başladığında Batı Şeria’da 100 bin Yahudi yerleşimci vardı bugün ise bu sayı 500 binin üzerinde. Çoğu uzman iki devletli çözüm konusunda endişelerini dile getiriyor. Bu durumda, fiiliyatta bir Filistin devleti nasıl mümkün olur?
Bizimle barış yapmaları için İsrail!i zorlayamam. Biliyorsunuz, partiler barışın çıkarlarına uygun olduğunu fark ettiğinde barış gerçekleşir. İsraillilerin bizimle barış yapmak gerektiğini fark edecekleri, bize özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı verecekleri gün gelecek. Benim efendim olmalarına, beni zaptetmelerine izin vermeyeceğim. Böylesi bir ilişki, onlar için de cehennem! Beni görmezden gelemezler. Onların komşusu olmak istiyorum, çitlerle veya duvarlarla çevrilmek değil. Akademik, kültürel olarak en iyi ilişkileri geliştirmek istiyorum. Biz, birbirimize çok yakınız! Köklerimiz, kültürümüz,  inançlarımızda birbirimize çok yakınız. Ve o gün geldiğinde onlar, İsrail tarihindeki en büyük hatanın Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri olduğunu fark edecek. Bu İsrail’in en büyük hatası. Ben, İsraillilerin ve Filistinlilerin komşu olmaktan başka seçeneği olmadığına inanıyorum. Yahudilerden Ramazanda oruç tutmalarını veya Müslümanlardan Hanuka Bayramı’nı kutlamalarını değil, birbirimizi kabul etmemizi ve saygı duymamızı istiyorum. Eğer bunun nasıl olacağını bilirsek barışacağız. Bu aptal savaş son bulsun. İsrail hükümeti kendini ve tüm zamanını ne kadar haklı olduğunu anlatmaya adadı ancak biz sadece barış istiyoruz. 
* Ç.N.
** Ç.N: En son 2006’da yapılan Filistin Parlamento seçimlerini kastediyor.
*** Ç.N: Peygamber İbrahim, İshak ve İsmail’in babasıdır. Yahudilerin İshak’ın soyundan geldiğine, Arapların ise İsmail’in soyundan geldiğine inanılır.
Bu yazı 29 Eylül 2015 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

You can read the original text from here: http://www.middleeasteye.net/news/top-palestinian-negotiator-talks-mee-about-peace-elections-and-abbas-departure-1741501856

Çev: İlyas Coşkun

11 Ağustos 2015 Salı

MISIR İŞÇİ HAREKETİNİN DÜNÜ VE BUGÜNÜ-1


Ayaklanmadan önce Mısır işçisi



“İşçi hareketinin mücadelesi bugünün halk devrimine zemin hazırladı.”1 
25 Ocak halk ayaklanmasına işaret eden ve devrimi sahiplenen Mısır sendikal hareketine yönelik kapsayıcı araştırmalardan birisi, Petrol-İş Sendikası’nın “Mısır’da Sendikal Hareket” başlıklı dosyası.  Dosyada ilk dikkat çeken nokta, 1998-2010 arasında 2 milyon işçinin 3 bin 500 dolayında grev ve protesto gösterisi düzenlemiş olmasıdır. Bu da Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da işçi sınıfının devrimdeki yadsınamaz rolüne işaret ediyor. Mısır’daki toplumsal gelişmeleri anlamaya çalışırken bu sefer de işçi hareketinin dününe ışık tutuyoruz.
Mısır işçi hareketine yönelik, özetin özeti: Mücadele deneyimleri 1899’a kadar giden sendikal hareket ilk zamanlar özellikle yasal olarak tanınma ve kabul görme mücadelesi veriyor. İşçi sınıfı Nasır iktidarına kadar hem sınıfsal hem de antiemperyalist talepler etrafında bir araya gelerek birçok grev ve direnişe imza atıyor. Monarşi döneminde olduğu gibi Nasır iktidarı da sendikal hareketi bastırmak için uğraşırken hükümet kontrolü altında olması şartıyla 1957’de Mısır İşçileri Federasyonu’nun kuruluşuna izin veriliyor.
BAĞIMSIZ SENDİKAL MÜCADELE ARAYIŞI
Mısır’da devlet güdümündeki sendikacılığa karşı en somut adım ise 30 Ocak 2011’de atılıyor. Bu tarih, Mısır halkının Tahrir başta olmak üzere Mübarek’in istifası için alanlara indiği günden beş gün sonraya denk geliyor. ‘Devlet federasyonunun’ 27 Ocak 2011’de hükümete yönelik her türlü protestoya karşı olduğunu ilan eden açıklaması mücadeleci sendikal hareket için bardağı taşıran son damla oluyor ve 30 Ocak’ta Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu’nun kuruluşu ilan ediliyor. Bildirgede ‘tüm yurttaşlara çalışma hakkı, asgari ücretin yükseltilmesi, sosyal hakların garanti altına alınması, insan onuruna yaraşır bir emekli maaşı, örgütlenme özgürlüğü, genel af’ gibi bir dizi ekonomik ve demokratik talep sıralanıyor. Bildirgede dikkat çeken nokta, tüm işçilere işyerlerinde ‘sivil komiteler’ kurma ve ‘hayati sektörlerdeki işyerleri hariç’ grev ve protestolar düzenleme çağrısıdır. Bu ‘hassasiyet’, bağımsız sendikal hareketin ne derece siyasallaştığını ve mücadele içinde sınıf partisinin eksikliğini göstermeye yetiyor.
MAHALLA’DA GREV VAR!
2011 ayaklanması öncesi en önemli mücadele merkezlerinden birisi kamuya ait fabrikalarda binlerce tekstil işçisinin çalıştığı Mahalla kenti oluyor. 2006 yılında binlerce işçiyi, üstelik devlet kontrolündeki bir sendikal anlayışa rağmen mücadele ve greve iten çokça sebep var. Sırasıyla; işçilerin, 90’lı yıllarda IMF ve Dünya Bankası tavsiyeleri sonucu başlayan özelleştirmelerde sıranın kendi fabrikalarına geleceğini düşünmeleri. Yoksulluk sınırının altında yaşamaya mecbur bırakan ücretler. Buğday ihtiyacının yarıdan fazlasını ithal etmek zorunda kalan ülkede artan gıda fiyatları ve sonucunda yaşamın dayanılmaz hale gelmesi (Aslında bu sorunun yakıcılığını, gösterilerde öfkeyle elinde ekmek sallayan insanların yüzlerinden de anlayabiliriz). Gösterilerde bağımsız işçi komitelerinin ön plana çıkması ise, sendikaların Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi ile olan yakınlığına duyulan öfkeden kaynaklanıyor. Diğer yandan grevi kadın işçilerin başlatmış olduğunu, erkek işçilerin daha sonra greve katıldığını da es geçmeyelim. Tüm bu gelişmelere, 90’lı yılların sonunda devlet arazilerinin feodal beylere verilmeye başlanması ve yoksul köylü kesiminin kırdan kente göçüyle beraber geleceksizliğe terk edilmesini de eklediğimizde, Mübarek iktidarına karşı bir hayli öfkenin birikmiş olduğunu görüyoruz. Ayrıca o dönem ‘Ne Mübarek ne de Müslüman Kardeşler (MK)’ diyenler için yükselen sınıf hareketi, “adil ücret, örgütlenme hakkı ve ifade özgürlüğü talepleri bütün toplumsal kesimleri –din temeline değil geniş bir demokratik gündem temelinde- birleştirme gücüne sahip” olarak görüldüğünü de ekleyelim.
BİRLİKTELİK VE GÜVEN ESAS GÜÇ
2007 ve 2008’deki yine Mahalla merkezli kentlerde öne çıkan talepler geçmiş talepleri de aşar nitelikteydi. Bunda işçi hareketinin kazandığı güven ve birlikteliğin gücü hayli etkili oldu. Örneğin greve çıkan işçiler, kendi fabrikalarına özgü taleplerin ötesinde asgari ücretin yükseltilmesi ve ücretlerinin yoksulluk sınırının üzerine çıkartılması gibi istemlerde bulunuyordu.
Hem Joel Beinin’in hem de Doç. Dr. Mehmet Dalar’ın Müslüman Kardeşlerin işçi sınıfına yönelik tutumuna yönelik aktarımlarına dayanarak, MK’nin bu konuda genel geçer bir program ve söylem sahibi olmak yerine ‘duruma ve koşula göre’ hareket ettiğini söyleyebiliriz. Grev ve gösterileri Mübarek iktidarı engellemeye çalışırken ve baskıya başvururken, Mursi iktidarı ise bu araçları eskisi gibi tüm Mısır halkına karşı kullanmaktan geri durmuyor. Eski rejimden tek farkı ise, bunu ‘devrimin gerçek sahibi olduğunu’ iddia ederek yapıyor olması!

MK’NİN PRAGMATİST TAVRI
İlgili dosyada Beinin, “işçi dayanışmasının MK için alışmadık bir durum olduğunu, sanayideki işçi sınıfı içinde etkisinin sınırlı olduğunu ve Mübarek döneminde zaman zaman grevlerin kırılmasında iktidarla ortaklık yaptığını” belirtiyor. Beinin ayrıca, MK içinde her toplumsal tabakadan insanların olmasına rağmen yönetimin varlıklı iş adamlarında olduğunu kaydediyor. Dalar ise, her ne kadar kuruluşunda Hasan El Benna ile birlikte işçilerin de yer aldığını hatırlattığı MK ile ilgili şu bilgileri veriyor: “Yoksulluk, yoksullarla varoşların sorunlarını ‘ihsan’ ve ‘dayanışma’ yoluyla çözmeye çalışan MK hareketinin geçmişinde işçi sorunları fazla yer tutmamaktadır… Üyelerinin çıkış noktası davet ve ahlak olduğu için işçi hareketinde de aynı referans görülmektedir.”*
Son olarak, MK’nin devrim öncesi bu pragmatist tavrı, bugünün Mısır’ında da devam ediyor. Yoksa, sokak gösterileri ve muhalefetin baskısıyla bunalan Mursi’nin, 1 Mayıs’ı bahane ederek bir demir-çelik fabrikasında işçilere hitaben Mısır ekonomisi için ne kadar önemli olduklarını anlatan duygu yüklü konuşmasını ve yeni iş alanlarına ilişkin vaatlerini nereye koyacağız?
1 Petrol-İş Sendikası, “Dosya: Mısır’da Sendikal Hareket”, 01/03/2011
2  Mehmet Dalar, “Mısır’da Müslüman Kardeşler Hareketinin Demokrasi Anlayışı ve Sisteme Etkisi”, Alternatif Politika, Özel Sayı 1, 48-73, Kasım 2010
İlyas Coşkun
Bu yazı 19 Mayıs 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

MISIR İŞÇİ HAREKETİNİN DÜNÜ VE BUGÜNÜ-2

Mısır işçisinin cüret ve itirazı yükseliyor



“Biz, diktatör Ulusal Demokrasi Partisini, ondan da kötü Hürriyet ve Adalet Partisi’nin iktidara gelmesi için başımızdan def etmedik."1 
Bu sözler, Mısırlı bir işçiye ait. Sendikaların ve muhalefetin eylem ve talepleri de aynı doğrultuda, Müslüman Kardeşler iktidarını rahatsız edici türden. Geçen hafta sendikal hareketin ayaklanma öncesi durumuna odaklanırken bu hafta ise özellikle son aylardaki faaliyetlerine bakarak, Mısır’da iktidar için işlerin ne kadar ‘yolunda’ olduğunu aktarmaya çalışacağız.
Örneğin geçen Şubat ayında Süveyş Kanalında geçici süreli ve taşeron bir şirkette çalışan işçiler, çıktıkları grev sonrası sözleşmelerinin feshedilmesine karşı bir basın toplantısı düzenledi. 3 farklı ağızdan dile getirilen itirazlarda, işçilerin kendilerine olan güveni ve eskisi gibi baskıyla zapt edilemeyecekleri görülüyor.
Yaşadıkları sorunları anlatan bir işçi, işçi haklarını koruyan yeni yasalar istiyor ve hükümete tepkisini şu sözlerle özetliyor: “Sosyal adalet talebiyle yapılan devrime rağmen kapitalist politikalar geçmişe kıyasla devam ediyor. İşçileri ilgilendiren konularda yeni rejim, eskisiyle aynı tavrı sergiliyor.”
İş kazası geçirdiği için bacağını kıran bir işçi de konuşmasında, kazadan sonra tazminat alamadığını ve sağlık sigortasından aldığı 150 Mısır Lirası (Ülkede asgari ücretin en az 1200 Mısır Lirası olması için mücadele veriliyor) ile iyileşene kadar yaşamak zorunda olduğunu anlatıyor.
Limandaki işinden kovulana kadar 16 yıldır aynı işyerinde çalışan 60 yaşındaki bir işçi de, aldatılmışlığın verdiği öfkeyle soruyor: “Şirket bunu bize nasıl yapar? Mursi’nin seçim kampanyasında vaat ettiği, yurttaş olarak görmemiz gereken değer nerede?”
MISIR DEMOKRATİK İŞÇİ KONGRESİ
Mücadele içindeki işçiler kadar devlet güdümündeki federasyonla bağını kopartmış sendikalar ve işçi temsilcileri de boş oturmuyor. Devlet güdümlü Mısır Sendikaları Federasyonundan sonra ülkedeki en büyük emek örgütü olan Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu’nun organize ettiği Mısır Demokratik İşçi Kongresi, nisan ayının sonunda düzenlendi ve ülke çapında 300 farklı bağımsız sendika temsilcisi toplantıya katıldı.
Uluslararası anlamda sendikal üst örgütlerin ve ülkedeki siyasi partilerin de ilgi gösterdiği toplantıda sıralanan talepler ise işçi hareketindeki morali gözler önüne seriyor(2): Sendika kurma özgürlüğünü garanti altına alan yasal düzenlemeler, işten atılan işçilerin geri alınması, özelleştirilen işletmelerin millileştirilmesi, asgari ve azami ücret.
Ülkede grev ve protestoların Mursi iktidarıyla birlikte iki katına çıktığını biliyoruz. Bunda temel iki sebep var: Birincisi Mübarek diktatörlüğü altındaki baskı ve zor koşulları kırıldı ve işçiler görece daha rahat sokağa çıkıyor. İkincisi ise MK iktidarından memnun değil ve bunu her fırsatta açıklamaktan geri durmuyor.
1 Mayıs öncesi ilan edilen, MK ve Selefi örgütler dışında neredeyse her siyasetin ve sendikanın imza koyduğu açıklama; işçi haklarını içermeyen anayasadan, hapse atılan muhaliflerden, engellenen sendikalaşma özgürlüğünden, artan enflasyondan, işsizlikten ve geleceksizlikten şikâyet ediyor.
“Hakları için mücadele eden işçileri kapı önüne koyan patronları eskiden Mübarek koruyordu şimdi ise Mursi” denilen açıklamada sıralanan antiemperyalist ve demokratik talepler ise şöyle: Asgari ve asgari ücretin en fazla 15 katı olacak şekilde azami ücret, acil istihdam sağlayıcı politikalar, kadrolu iş, işsizlik geliri, sendikalaşma özgürlüğü, antidemokratik yasaların kaldırılması, özelleştirmeleri durduran mahkeme kararlarının uygulanması, ABD ve İsrail ile yapılan Nitelikli Sanayi Bölgesi (QIZ) anlaşmasından vazgeçilmesi.3
MURSİ’YE KARŞI 15 MİLYON İMZA
Mısır halkı şu an ortaya atılan bir iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini merak ediyor. Muhaliflerin her çeşidinin hatta eski MK’li isim ve örgütlerin de destek verdiği bu iddianın hedefi, Mursi’ye karşı 15 milyon imza toplamak. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 13.2 milyon oyla kazanan Mursi’ye, aldığı oydan daha fazlası ile ‘git’ mesajı verilmek isteniyor. 1 Mayıs’ta başlayan ve ülkenin her yerinde çalışması 30 Haziran’a kadar sürecek olan kampanya için şimdiye kadar 2 milyondan fazla kişi destek verdi. Başkanlık Sarayının önünde bir milyon kişiyle bir de gösteri hedefleyen kampanya yürütücülerinden birisi ‘Nihai hedefimiz olan demokrasiyi elde edene kadar durmayacağız’ diyerek kararlılıklarını ifade ediyor. MK ise kampanyaya tepkisini net ortaya koyuyor: “Anlamsız ve işe yaramaz.”
İşçi gündemiyle başladık, onunla bitirelim. İki yıl önce işlerine son verilen ve bu sebeple birçok gösteri yapan, patronla görüşerek işlerini geri isteyen bir özel firma çalışanları 15 Mayıs günü tekrar şirket önüne geldi. Kapıda özel güvenliği bulan ve içeri alınmayan, ısrar edince biber gazı ve taş yiyen yaklaşık 400 işçi için bardak taştı. İlk önce yolu kapatan sonra güvenlik ile çatışan işçiler işyerinin camlarını kırdı, iki araba ve bir motosikleti ateşe verdi. Son söz: Mısır işçisinin şakası yok ve asabiyeti yaza doğru daha da artacak. İşaretler bu yönde.
1 english.ahram.org.eg "Egyptian workers air their demandsfor social justice", 14 Şubat 2013

2  english.ahram.org.eg "Egyptian Democratic Labour Congress to hold first conference" , 23 Nisan 2013 
3  Menasolidaritynetwork.com "Egypt: We want to work… We want decent wages… We want free unions" 29 Nisan 2013
İlyas Coşkun
Bu yazı 26 Mayıs 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

Mısır’ın ‘demokratik’ darbesi


Deepak Tripathi
www.counterpunch.org

Kahire ve diğer şehirlerde Mursi karşıtı milyonlarca Mısırlının sokağa dökülmesi olmasaydı darbe de düşünülemezdi. Protestolar, ‘halk adına’ müdahale için generallere bir meşruluk sağladı. Çoğu kişi için Mursi’nin en büyük düşmanı yine kendisi oldu. Çok az bir çoğunlukla bir yıl önce seçimi kazanmasının ardından geçirdiği kısa cumhurbaşkanlığı döneminde Mursi, ona oy vermeyen veya mecburiyetten destek sunan Mısır halkının büyük bir kesimine yabancılaştı.

85 milyon nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Kıpti halk, İslami bir portre çizen Mursi’nin makamına daha fazla imtiyaz sağlayan anayasayı gündeme almasıyla kendilerini tehlikede hissetti. Liberal ve kadın örgütleri hayli rahatsızdı. Mursi yönetimi daha da kötüleşen ekonomiyle mücadelede aciz kaldı, halkının umutlarını boşa düşürdü. Onlar için, devrim Hüsnü Mübarek’i devirmişti. Böylece, Mısır’ın seçilmiş devlet başkanına karşı tekrarlanan gösteriler arasında ordu ‘halk adına’ Mursi’yi koltuğundan indirdi.
Ancak bu anlatıda bazı sorunlar var. Gerçek şu ki taraflar kendi içinde de parçalı olmak üzere halk, Mursi yandaşları ve muhalefet olarak keskin bir şekilde bölündü. Mursi ve MK’nin en yoksul kesimler arasında, özellikle kırsal kesimlerde azımsanmayacak bir desteği olduğu şüphe götürmez. Ordu darbesinin ardından, Mursi’yi desteklemek için yapılan büyük gösterileri ve sonrasında kardeşliğin liderlerine yönelik yasaklamaları görmezden gelemeyiz.
Cumhuriyet muhafızlarının merkez binasının dışında elliden fazla Mursi destekçisinin askerler tarafından açılan ateşle öldürülmesi, Mısır tarihindeki en kanlı olaylardan birisidir. Katliamlar günlük sürüyor. Mursi ve kardeşliğin ileri gelenleri ya gözaltında ya da kaçak durumda. Mursi, ‘casusluk, şiddet kışkırtıcılığı ve ekonomiye zarar verme’ suçlamalarıyla soruşturmaya uğruyor. Liderlerinin mal varlıkları dondurulmuş durumda.
Bu gelişmeler Mısır ve Ortadoğu için iyiye işaret değil. Ordu iktidara geri döndü ve halk desteği olan önemli bir politik hareket baskı altında tutuluyor. MK’nin önde gelen muhalifleri ordu ile işbirliği içinde. Bu hazin siyasi tecrübe Mısır’da on yıllar sonra başarısız olur ve gerçek demokrasiye yumuşak bir geçiş sağlayan askeri darbelerin tarihi zayıftır. Mursi’nin yönetimine karşı olan muhalefetteki aydın liberal-laik orta sınıflar, yakın bir zamanda askeri rejime de muhalif olacaklar. Bu sadece bir zaman meselesi.
Mısır ve bölge için en büyük iki risk artan radikalizm ve istikrarsızlıktır. Mursi’ye yönelik ordu darbesinin, Obama yönetiminin yakın gözetimi altında gerçekleştiği yönünde güvenilir haberler mevcut. 6 Temmuz’da New York Times gazetesinde David D. Kirkpatrick ve Mayy El Sheikh imzalı, Mursi’nin son saatlerini anlatan bir haber yer aldı. Habere göre ABD, bir Arap dış işleri bakanı aracılığıyla darbe öncesi yeni bir başbakan ve hükümetin atanması ve Mursi’nin atadığı valilerin yenilenmesi şeklinde son bir teklifte bulundu.
Mursi için bu, adı dışında her şeyiyle bir darbeydi ve bu nedenle reddetti. Mursi’nin baş danışmanı Essam el Haddad ile Obama’nın ulusal güvenlik danışmanı Susan Rice arasında telefon görüşmeleri oldu. Rice, askeri darbenin olmak üzere olduğunu Haddad’a iletti. ABD devlet departmanı ise darbedeki rolüne ilişkin haberlere bir yorumda bulunmadı.
Mısır’da ‘kontrollü bir değişim’ sonrasında Washington’un tepkisi ve ABD’nin Mısır ordusuna yardım için F16 savaş uçakları göndereceğini duyurması, ABD’nin önceliğinin Mısır’da ‘kontrollü bir değişimi’ görmek istediği fikrini destekliyor. Obama’nın tercih ettiği senaryoda, gelecek iktidarlarda MK için en iyi ihtimalle daha az rol ile ordu yönetimi altında herhangi bir değişiklik olmayacak. Kendi temellerinde Washington’un son adımı, Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın Sovyetler Birliğinden 1970’li yıllarda uzaklaşıp akabinde ABD ittifakına dahil olduğundan bu yana uyguladığı politikalardan ise farklı değil.
Bu yazı 20 Temmuz 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.
You can read the original text from here: http://www.counterpunch.org/2013/07/17/egypts-democratic-coup/

Çev: İlyas Coşkun

Mısır’daki ‘dini’ çatışmalar





Mısır’da hafta sonu yaşanan Müslüman-Hristiyan çatışması, uzun bir süredir rejime karşı sokağı tutan, hak ve özgürlük isteyen muhalefetin önüne aşması gereken yeni sınavlar koyuyor.

NE OLDU?
Bu son çatışma, Kahire’nin kuzeyindeki Kalyubiye kentinde bir grup Kıpti Hristiyan gencin iddialara göre, İslami eğitim veren El-Ezher’in duvarına, Müslümanlara hakaret içeren ifadeler yazmasıyla başladı. Resmi raporda belirtilen bu olay sonrası kentteki Hristiyanlara ait bazı dükkanlar yağmalandı. Farklı dinlere mensup kişilere ait bir kısım mülkler yakıldı. Pazar günü ise olaylar Kahire’ye sıçradı. Çatışmalarda ölenlerin cenazelerinin bulunduğu St. Mark Katedrali taş yağmuruna tutuldu ve silah sesleri duyuldu. Çatışmalar sonucu 5’i Hristiyan, 1’i Müslüman 6 Mısırlı yaşamını yitirdi ve 90 kişi de yaralandı.

PROVOKASYON OLASILIĞI YÜKSEK

Ancak gazetecilere görüş veren Kalyubiye sakinleri, olayların adli bir vakadan din çatışmasına evrildiğini, sonrasında Hoda Al-Nabwi cami imamının cemaatine ‘Hristiyanlara karşı Müslüman kardeşlerini desteklemeleri’ çağrısı yaparak çatışmayı kışkırttığını söyledi. Polise büyük öfke duyan şehir sakinleri, polisin yaşananlara ‘seyirci kaldığını’ belirtti.
Çarşamba günü Kahire’de düzenlenen bir gösteride ise mezhep çatışmalarına karşı Müslüman ve Hristiyanlar arasında birlik çağrısı yapıldı. Öfkenin adresi ise Müslüman Kardeşler (MK) ve İçişleri Bakanlığıydı. Olaylardan sonra ancak pazartesi açıklama yapan ve soruşturma açılması talimatı verdiğini söyleyen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de tepkilerden nasibini aldı.
Rejime karşı yapılan sokak gösterilerinde bir arada görmeye alıştığımız politik örgüt ve partilerin yanı sıra çok sayıda muhafazakar Müslüman da gösteriye katılarak dini çatışmalara tepkilerini gösterdi. Ellerinde çarmıh ve Kuran tutan kimi göstericiler, Mısır halkının birliğine vurgu yapan sloganlar attı. Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) üyeleri ise çatışmalar karşısında MK hükümetinin sessiz kalarak toplumsal ayrışmadan yararlanmak istediğini, Müslüman halka yönelik kontrolünü sürdürmek istediğini ifade etti.

PATRİK: TOPLUM BÖLÜNÜYOR

Salı günü özel bir televizyona açıklamalar yapan Mısır Kıpti Ortodoks Kilisesi Patriği 2. Tovadros, Kahire’deki Katedrale saldırılmadan önce Cumhurbaşkanı Mursi ile telefonda görüştüğünü ve Mısırlı Hristiyanlar için önemli olan bu mekanın korunması için her şeyin yapılacağı sözünü aldıklarını söyledi. 2. Tovadros, ‘Ancak bunun yapılmadığını gördük. Yasalar acilen uygulanmalı. Toplum halihazırda bölünüyor’ diyerek rahatsızlığını dile getirdi.
Ayrıca Mısır Kiliseleri Birleşik Konseyi ve Mısır Protestan Cemaati de yaptıkları açıklamalarla, güvenlik önlemlerinin ve siyasetçilerin açıklamalarının çatışmalar karşısında yetersiz kaldığını ifade etti.
MK ve İslami örgütler içindeki kimi figürlerin açıklamaları ise diğer tepki çeken nokta. MK’nın resmi açıklamasında “Tüm Mısırlıları toplumdaki komplolara ve devrimlerine yönelik olan dini çatışmalara karşı uyarıyoruz” denildi. Halk tarafından istifası istenen İçişleri Bakanına veya emniyet teşkilatına yönelik ise bir eleştiri yapılmadı. İslami örgütlerin içinde yer aldığı Vicdan Cephesi üyesi Ayman Nur ise çatışmaları ‘dış mihraklara’ bağlamakla yetindi.

ÜÇ ÖNEMLİ NOKTA

Tüm bu gelişmeler ışığında kimi noktaları belirtmekte fayda var. İlk olarak devrime neden olan sosyal ve ekonomik sorunların hala çözülememiş olması, toplumsal gerginliğin sürmesine ve bu da en ufak bir kıvılcımın tüm ülkeyi etkileyecek şekilde büyümesine neden olmaktadır. Bu son çatışmalar bunun örneğidir.
İkinci olarak MK iktidarı ve güçlü İslami örgütler yaptıkları açıklamalar ve uyguladıkları politikalarla özellikle Hristiyan halkın tepkisini çekmekte ve endişelere neden olmaktadır. Son olarak, özellikle muhalifler arasında ekonomik ve demokratik (sosyal adalet, vb.) hak istemlerinin arasında tutarlı bir program halinde laiklik talebinin halka sunulmamış olmamasıdır. Elbette gerçek laisizm, Mısır’da İslami örgütlerin toplumsal nüfuzunu ve bu tür çatışmaların olasılığını zayıflayacaktır.
‘Dinler’ arası çatışmalar, rejim için halkı bölmenin bir yolu olarak kullanılmaya devam edilirken, Mısır muhalefetinin bunu önlemek amacıyla daha köklü ne gibi adımlar atacağını ise zaman gösterecek.

SALDIRILAR YENİ DEĞİL

MISIR’da azınlık durumundaki Hristiyanlara yönelik saldırılar yeni değil. Kıpti bir politikacı ve aynı zamanda Mısır Sosyal Demokrat Partisi Başkan Yardımcısı olan Hanna Greis’in açıkladığı rakamlara göre ülkedeki mezhep kavgaları oldukça eskiye dayanıyor:
Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’in iktidarda olduğu 1970-2011 yılları arası 200 mezhep çatışması meydana geldi. Nisan 2011’den bu yana ise 24 kiliseye saldırı (birisi yakıldı ve bir diğeri ise yıkıldı) oldu. Sonucunda 24 Kıpti Hristiyan yaşamını yitirdi ve aynı mezhepten 700 Mısırlı yaralandı.



İlyas Coşkun

Bu yazı 13 Nisan 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.


Müslüman Kardeşler’e üniversitelerden kötü haber




Ulusal çapta yapılan üniversite öğrenci sendikası seçimlerinin ilk sonuçlara göre, Müslüman Kardeşler (MK) ve Selefi örgütlerin desteklediği adaylar hezimet yaşadı.
Oylamanın ilk sonuçlarını değerlendiren ve seçim sürecinde gözlemcilik yapan Düşünce ve İfade Özgürlüğü Kurumu’na (AFTE) göre, sayıca oldukça fazla fakültede MK’ye yönelik olan ilgide dikkate değer bir düşüş söz konusu.
AFTE’nin ilk raporuna göre MK ve İslami çizgideki Güçlü Mısır Partisi (Partinin lideri, MK’nin eski başkan adayı olan Abdel-Moneim Abul-Fotouh’dur) gibi bazı partilerin listeleri, liberal ve sol partilere üye listeler karşısında büyük oranda sandalye kaybetti. Ayrıca kurum, Selefi örgütlerin listelerinin de büyük bir başarısızlık yaşadığını kaydetti. Bu arada, bazı fakültelerde MK ve Selefi listelerine bir oy bile çıkmadığını ifade etti.
BİR OY ALAMADIĞI YERLER VAR
İskenderiye, Ain Shams, Tanta, Benha, Munufiya, Beni Suef ve Menya üniversitelerindeki seçimlerin ilk aşaması gerçekleşti. AFTE’ye göre, İskenderiye üniversitesindeki 18 fakültenin dokuzunda, ‘sivil’ hareketler yüzde 56.4 oy, MK yüzde 21.63 ve diğer bağımsız gruplar ise yüzde 20.08 oy aldı. Selefilerin listeleri ise yüzde 0.52 ile çok cılız bir oy oranında kaldı.
Menya Üniversitesinde ise, 17 fakültenin 13’ündeki açıklanan sonuçlara göre tablo şu şekilde: İslamcı olmayan örgütler (6 Nisan Hareketi, liberal Anayasa Partisi, sol çizgideki Mısır Halk Hareketi ve diğer bir dizi örgüt) oyların yüzde 61.58’ini alırken, MK ve Selefi listeleri buna karşılık yüzde 29.8’de kaldı.
Banha Üniversitesinde ise ‘farklı politik partilerden, bağımsızlardan oluşan öğrenciler’ aldıkları oy oranlarına MK listelerine karşı zafer kazandı. Öyle ki ticaret, fen ve sosyal bilimler fakültelerinde sağ listelere hiç oy çıkmadı.
YENİ YÖNETMELİKTE İLK SEÇİM
Mevcut tablo; devletin güvenliğini esas alan ve bu şekilde oluşturulan yönetmeliklerin on yıllarca yürürlükte kalmasının ardından, Mısır Öğrenci Sendikası (ESU) tarafından oluşturulan yeni yönetmelik altında gerçekleştirilen ilk seçimlerin sonucunda çıktı. Ancak mevcut yönetmelik, 2012’de MK’nin boyunduruğu altındaki sendika tarafından kapalı kapılar ardında kendilerine sorulmadan onaylandığını söyleyen üniversite gençliğinin çoğunlu tarafından eleştiriliyor.
AFTE’nin yöneticisi Emad Mubarek, mevcut yönetmeliğin Mursi iktidarı döneminde yazıldığını hatırlattı ve alınan sonuçlara bakılarak MK’nin ne derece itibar kaybettiğinin görülebileceğini söyledi.
Ahram Online’a açıklama yapan Mubarek, “Yönetmelik MK destekli öğrenciler tarafından yazılmasına rağmen seçimlerde alınan mağlubiyet, MK’nin kaybettiği itibar kaybını gözler önüne seriyor” dedi.
Mubarek, yeni ESU’nun, tüm Mısır’daki öğrencileri kapsayacak şekilde bir yapıya kavuşacağına inandığını da sözlerine ekledi.
SONUÇLAR NEYİN GÖSTERGESİ?
Mısır hükümeti, Nisan ayında parlamento seçimlerini yapacağını ilan etmişti. Ancak Mısır İdare Mahkemesi 6 Mart’ta verdiği bir kararla Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin imzaladığı seçim kanununu iptal etti. Seçim kararının anayasaya uygunluğunun denetlenmediğini kaydeden mahkeme, bu kararı incelenmek üzere Anayasa Mahkemesine gönderdi.
Diğer yandan öğrenci sendikası seçimleri sonuçlarının, parlamento seçimlerine yansıyacağını düşünen yorumlar da mevcut. Parlamentonun alt kanadı olan Halk Meclisinde MK ve Selefi guruplarının yaklaşık yüzde 70 oranındaki sandalye sayısının, iktidara olan tepki nedeniyle önümüzdeki genel seçimlerde düşebileceği öngörülüyor (Bu Halk Meclisi seçimleri, anayasaya aykırılık taşıdığı gerekçesiyle Anayasa mahkemesi kararıyla iptal edilmişti).
EYLEMLER YAYILIYOR
Devrimin ikinci yılı kutlamalarından bu yana ülkenin dört bir yanında hükümet karşıtı gösteriler devam ediyor. Özellikle Port Said’de, Suveyş Kanalının yanındaki bu kentte sivil itaatsizlik eylemleri sergileniyor.
Göstericiler, hükümet ve MK’nin (Başkan Muhammed Mursi ve hükümeti yöneten güç olarak algılanıyor) devrimin hedefleri olan sosyal adalet ve özgürlüklere odaklanmada başarısız olduğunu belirtiyor.
Kardeşlik ayrıca Devrik Lider Hüsnü Mübarek’in baskıcı güvenlik araçlarını aynen koruduğu, devletin tüm düzeylerinde yönetimi ve iktidarı ele almaya kalkıştığı gibi nedenlerle de eleştiri yağmuru altında olmayı sürdürüyor.

İlyas Coşkun

Bu yazı 9 Mart 2013 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

Göçmen işçilerin kitlesel sürgünü



İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Suudi Arabistan’da göçmen işçilere dönük 2013 yılından beri uygulanan sert göçmen politikasıyla ilgili bir rapor yayımladı.
36 sayfalık bu rapor Suudi Arabistan’dan ülkeleri, Yemen ve Somali’ye sınır dışı edilmeleri sırasında ciddi ihlallere maruz kalan altmış göçmen işçi ile yapılan röportajlardan yararlanarak oluşturuldu*. Genel olarak sınır dışı edilmeleri sırasında fiziksel şiddete maruz kaldıklarını ve gözaltı koşullarının kötü olduğunu belirten işçilerden bazıları ise Suudi yetkililerin gelişigüzel bir şekilde kişisel birikimlerine el koyması nedeniyle ülkelerine gıda veya ulaşım masraflarını karşılayacak güçten yoksun şekilde dımdızlak gönderildiklerini ifade etti.
Suudi Arabistan’ın geçen bir buçuk yılda yüz binlerce göçmeni sınır dışı ettiğini ifade eden, HRW Ortadoğu ve Kuzey Afrika Yöneticisi Sarah Leah Whitson gerekli olan yaklaşımı şöyle özetledi: “Suudi Arabistan, kaçak veya resmi olup olmasına bakmaksızın tüm göçmen işçilere saygılı ve anlayışlı davranmalı, onların sınır dışı edilme durumuna itiraz edebilme hakkının da dahil olduğu bir yasal süreci temin etmelidir.”
SINIR DIŞI ETMEDE YEMEN KRİTERİ
Suudi Arabistan, bu yılın mart ayında Suudi yönetiminin de dahil olduğu Yemen’de artan çatışmalar nedeniyle Yemenli işçilerin sınır dışı edilmelerini durdurdu. Nisan ayında da tüm kayıt dışı Yemenlilere altı aylık ülkede yaşama ve çalışma izni veren yenilenebilir vize hakkı tanıdığını duyurdu. Bu hak sadece Yemenli göçmen işçilere tanındı. 
HRW ise Suudi Arabistan yönetimine yaptığı çağrıda insan haklarına saygılı bir tehcir politikası uygulayabilene kadar Yemenli veya değil tüm göçmen işçileri sürgün etmekten vazgeçmeye davet etti.
Röportaj yapılan işçilerden hiçbiri, iltica başvurusuna veya sürgüne direnmelerine izin verilmediğini ifade etti. Ne yazık ki Suudi Arabistan’da, göçmenlerin geri döndükleri takdirde özgürlüklerinin veya yaşamlarının tehdit altında olacağı yere gönderilmeye direnebilecekleri bir iltica politikası uygulanmıyor.
YEMENLİ İŞÇİLERİN KİTLESEL GÖÇÜ
Suudi yönetimi, 2013 yılının hicri takvime göre ilk günü olan 4 Kasım’da polis ve çalışma bakanlığı yetkilileri eliyle kayıt dışı göçmen işçilere yönelik yerlerini belirleme, gözaltı ve ardından sınır dışı etmeye dönük sert uygulamalara başladı. Öncesinde, nisan 2013’de iş kanununda yapılan değişiklikle bu politikaya yasal zemin hazırlandı. Değişiklikle beraber polise ve ilgili yetkililere, belirli bir işveren için çalışmayanları tutuklama ve sınır dışı etme izni de dahil olmak üzere kayıt dışı göçmen işçilere dönük iş kanununu uygulama izni verildi. Bu kapsamda ev ve işyeri baskınları yapıldı, polis noktalarında kimlik kontrolleri yapıldı. Bunun sonucunda uygulamanın ilk iki gününde 20 bin işçi gözaltına alındı ve bu böyle sürüp gitti. Arab News gazetesinin 14 Aralık 2014 tarihli haberine göre uygulamanın ilk kırk gününde ülke çapında 108 bin 345 göçmen işçi gözaltına alınırken bunlar arasından 90 bin 450 kişi sınır dışı edildi. Nisan 2014’te İçişleri Bakanlığının açıkladığı rakamlara göre geçmiş altı ayda 427 bin kayıt dışı yabancı sınır dışı edildi. 
Tuval sınır kapısında, sürgün edilen Yemenlilere insani yardım sunan Uluslararası Göç Örgütünün (IOM) hesabına göre ise haziran 2013 ve kasım 2014 tarihleri arasında sadece Yemenli 613 bin 743 işçi sınır dışı edildi. 
Suudilerden, Yemenli işçilere dönük benzer bir tutum 1990-91 yıllarında da yaşandı. Irak’ın Kuveyt’i işgalinde, Yemen’in Irak’ı destekler tutumu nedeniyle o dönemde 750 bin Yemenli işçi krallıktan sürgün edildi.
* Araştırma, Kasım 2013-Şubat 2014 tarihleri arasında 60 göçmen işçi ile görüşülerek hazırlandı ve mayıs 2015’te rapor olarak yayımlandı. 
2015’TE, 5 AYDA 300 BİN SINIR DIŞI
2015 yılının ilk çeyreğinde kayıt dışı göçmenlere dönük uygulamalar devam etti. Suudi yetkililerin 23 Mart’taki açıklamasına göre geçmiş beş ayda 300 bin kişi sınır dışı edildi. Bu neredeyse günde 2 bin kişinin sürgün edildiği anlamına geliyor. 
Etiyopya ve Yemen’den gelen göçmenlerin çoğu iş bulmak umuduyla Suudi Arabistan’a gerekli izinleri olmadan, yani kaçak olarak Yemen sınırından geçiş yapan işçilerden oluşuyor. Ancak bazıları da, yasal olarak çalışmaya başladıkları işteki kötü koşullar nedeniyle oradan kaçarak başka iş aramaları üzerine kaçak işçi durumuna düştüğünü belirtiyor. Suudi Arabistan’daki kefalet sistemi* nedeniyle çoğu göçmen işçi, işverenleriyle anlaşmaksızın iş değiştiremiyor veya ülkeden ayrılamıyor. Bu sistem nedeniyle işçiler hak ihlallerine veya istismara karşı korumasız kalıyor. 
HEM POLİSTEN HEM SİVİLDEN ŞİDDET GÖRÜYORLAR
Röportajlarda işçiler, polisler kadar sivil vatandaşlardan da şiddet gördüklerini ifade etti. Suudi yönetiminin bu sert politikaları özellikle kasım 2013’te vatandaşların polislerle birlikte mahallelerindeki göçmenlere dönük fiili saldırılarına da zemin hazırladı. Saldırıların en yoğun olduğu 9 Kasım’da şiddetin adresi Riyad’ın güneyinde yer alan, çoğunluğu Etiyopyalı göçmenlerin yaşadığı Manfouha semtiydi. HRW’ye konuşan Manfouha sakinleri, olaylar sırasında en az üç Etiyopyalı işçinin öldürüldüğünü söyledi. 
Gözaltı sırasında kötü beslenme ve sağlıksız koşullarda tutulduklarını ifade eden göçmenler arasında, gardiyanlardan dayak yediğini belirtenler de oldu. Yemenli bir göçmen işçi gözaltında başına gelenleri şöyle anlattı: “İnsanları sınır dışı etmeye başladıklarında Cidde’de çalışıyordum. Uygulamadan korktuğum için kendin teslim oldum. Beni Briman cezaevinde 15 gün boyunca tuttular. Bazen yemek verirlerdi ancak bu çok yetersiz olurdu. Mahkumlar yemeği paylaşmak için kavga ederdi. Sağlık hizmeti yoktu. Bazen de bizi kemerleriyle döverlerdi.”
Cizan bölgesinde yasa dışı olarak çalışırken Kasım 2013’de yakalanan ve sınır dışı edilen başka bir Yemenli de yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “Nezarethane koşulları kötüydü. Tuvaletler temiz değildi ve kabinleri birbirinden ayıran engeller yoktu. Telefonlarımızın bataryalarını ve sim kartlarını aldılar, direnenleri ise kablolarla dövdüler.” 
 *Buna göre Suudi Arabistan’da çalışma izni alabilmek için Suudi yahut ülkede çalışan yabancı bir firmadan kefalet alınmalıdır. Kefalet sitemine göre ülkeden çıkış, ev kiralama, banka hesabı açtırma, hastanede tedavi gibi işlemler kefil olan kişinin izni ile yürütülmelidir.

GÖÇMENLERE YÖNELiK iNSANi BiR POLiTiKA!
HRW’ye göre Suudi Arabistan yönetiminin hızla atması gereken adımlar ise şunlar:
Suudi Arabistan kitlesel sürgünlere bir an önce son vermeli ve gelecekte olası sınır dışı etme vakasında, kişinin geri dönüş koşullarının bireysel değerlendirilmesinin esas alınmasını garantiye almalı.
Binlerce işçiyi kayıt dışı hale getiren çalışma yasalarını değiştirmeli, hak ihlallerine maruz kalan işçilerin işlerini değiştirebilmelerine izin vermeli. Mültecilerle ilgili uluslararası anlaşmalara imza atmalı, yine uluslararası anlaşmalarla uyumlu mülteci yasası oluşturmalıdır. Kendi ülkelerinde belki de işkence riski ile karşı karşıya olan yabancılar için adil iltica prosedürü tesis etmelidir. 
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine göçmen ve sığınmacıların durumunu saptamak ve mültecilerin Suudi Arabistan’a uyum sağlamasını temin etmek de dahil, sağlam çözümler sunma konusunda yardım etmesine izin vermelidir. 
Suudi hükümeti, yasa dışı göçmenleri sınır dışı etme konusunda meşru otoritedir. Fakat uluslararası anlaşmalara uymalıdır ki böylece geri gönderildiğinde gerçekten risk altında olacak kişileri sınır dışı etmemeli ve göçmenlere her zaman haysiyetle yaklaşmalıdır. Göçmenlere iltica fırsatı sunulmalı, olası korunma ihtiyaçlarına özen göstermelidir. 
“Göçmenlere karşı uyguladıkları yasalar ki, işçileri kayıt dışına iten hak ihlallerini de özendiriyor” diyen Whitson esas soruna şu sözlerle dikkat çekiyor: “Suudi Arabistan, sistematik hale gelen hak ihlallerini emek piyasasından kökünden söküp atmadıkça, kayıt dışı istihdam sorununu asla çözemeyecek.”    

Bu yazı 19 Mayıs 2015 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.

You can read the original text from here: https://www.hrw.org/news/2015/05/09/saudi-arabia-mass-expulsions-migrant-workers
Çev: İlyas Coşkun