10 Şubat 2022 Perşembe

Kara kışta grev: Gazeteciler nasıl kazandı?


 İlyas COŞKUN

Gazetecilik, zahmetli bir meslek. Hele de Türkiye koşullarında. Kalemi biz tutuyoruz ancak bunca soruna rağmen çok az metinde özne oluyoruz. Mesleğimiz gereği örneğin işçilerin eylem ve grevlerinden haberler yapıyor, eylemlerin arkasında yatan nesnel ekonomik gerçekleri de tek tek sıralıyoruz. Diğer yandan adil bir ücret ve çalışma düzeni için gerekirse mücadele etmek, haberin öznesi olmak ise çok azımıza nasip oluyor. 

İşsizliğin epey yüksek, akademik eğitimin yetersiz, mesleği icra edebileceğimiz kurumların sayıca az, sansürün yaygın, ekonomik ve sosyal refahtan yoksun bir çalışma düzeninde yol açmaya çalıştığımız bir gerçek. Ancak bu gerçeği değiştirmekten kaçınmak da yanlış. 

Elbette mücadele kolay değil. Size kara kışın ortasında iki içlik giydirmek zorunda bırakabilir. Günlerce bir ufak bir de mantar tüp yardımıyla ısınmaya mecbur edebilir. Biraz olsun rüzgarı kesebilmek için olmayan mühendislik becerinizle kağıttan duvarlar örmeye, yağan yağmur ve kardan korunmak için çeşit çeşit önlemler almaya, etraftaki komşularla gerginlik çıkmasın, astığımız pankart kopmasın, yazdığımız döviz uçmasın gibi çokça şeyi düşünmeye mecbur edebilir. ‘Bugün grev gözcüleri kimler?’, ‘Bugün ziyarete kimler gelecek?’, ‘İşveren tarafı yeni bir teklif ile geldi mi?’ gibi her gün yanıtlamanız ve düşünmeniz gereken sorularınız olabilir. Hatta tüketilen plastik miktarının kaygı verici olması üzerine ‘Bu sorunu nasıl çözeriz?’, ‘Çıkan çöpü ve israfı nasıl azaltırız?’ gibi haklı ekolojik kaygılara çözüm bulmaya çalışabilirsiniz. 

Bazen bu zorlukları kolaylaştıran şeyler de yaşarsınız. Bir süre sonra sipariş için tüpçüyü aradığınızda adres için ‘Grev yerine’ demeniz yeterli olur. Pazar sabahı grev yerinde sessizce beklerken bir meslektaşınız yanında sıcak kahveler, heybesinde hoş muhabbetle çıkagelir ve ortam bir anda güzelleşir. Ankara’dan gazetecilerin, geri dönüşte yolda kalma pahasına minibüse atlayıp, sizinle dayanışmaya geleceğini duymak mutlu eder. Sonra bir meslektaşınız ziyarete gelir, üstelik ‘Haber de yapacağım’ der. Baş başa sohbetinizde size kısık sesle, ‘Yöneticim grevin haber yapılmasına itiraz etti ama ikna edip geldim’ der, onu sarıp havaya atmamak için kendinizi zor tutarsınız. 

Yüksek bir moral ve çelik gibi sinir sistemi ister mücadele. Eğer hedefiniz sadece gürültü yapmak değil de kazanmak ise mücadelenin; demokratik, şeffaf, katılıma açık bir plan dahilinde ilerlemesi gerekir. Yukarıdaki birçok zorluk, kaygı ve engele rağmen böylesi bir mücadeleyi BBC İstanbul Bürosu çalışanları başardı. Öyle ki üç ilki içinde barındıran bir zafere imza attı. Türkiye basın sektöründe 2009’dan sonra gerçekleşen, yıllar sonra başarıyla biten ve yabancı bir medya kuruluşunda hayat bulan ilk grev olarak tarihte yerini aldı. ‘Nasıl başardık?’ sorusuna gelirsek, Journo için yazdığım yazıda da özetlemeye çalıştığım gibi kazanım, bir dizi ilke üzerinde yükseldi. 

En büyük şansımız, üyelerin birliği oldu. Örgütlenmenin ilk gününden grevin son gününe kadar elbette hepsi de iyi niyetli olmak üzere çokça öneri hakkında fikir ayrılığı yaşadık. Ancak tüm bunları medeni müzakere süreçleri ile eritmeyi, bir karara varmayı başardık. En önemlisi de alınan karara bir bütün olarak uyma becerisi gösterdik. Tüketilen fikir ayrılıklarını tekrar tekrar masaya getirerek kendimizi yormadık. 

Şeffaflık, sendika ve üye arasındaki güven ilişkisinin çok hızlı kurulmasını sağladı. TGS, neredeyse tüm sendikaların aksine imzaladığı bütün toplu iş sözleşmelerini kendi sitesinden paylaşıyor. Toplu pazarlık görüşmelerinden önce talep taslağını üyelerle birlikte hazırlıyor. Pazarlık görüşmelerine işyeri temsilcilerini katıyor. Üyelerin onay ve rızası olmadan, yol haritasında bir değişiklik yapmıyor. İmzaya da greve de üyelerin kararıyla gidiyor. 

Sendikal aidiyet de kazanıma giden yolda olmazsa olmaz bir ilke. Özellikle üyelerin mesleki kalifikasyonuna güveni sendikal aidiyeti güçlü kılıyor. Greve çıkan işyerinde olduğu gibi böylesi yerlerde üye profili sadece isteyen değil, talepleri için mücadele de eden nitelikte oluyor. 

Gelelim dayanışmaya. ‘Gazeteci meslek örgütü’ denince ilk akla gelen kurumların ve gazeteci kökenli milletvekillerinin greve olan ilgisiz tavrı bizi şaşırttı. Bundan dersler çıkaracağız. Ayrıca ‘tarafsız’ ya da ‘doğru’ habercilik yaptıkları iddiasında olan kimi medya kuruluşlarının sessizliği de bizleri üzdü. Neyse ki dayanışmanın kıymetini bilen sayısız meslektaşımız vardı ve grev alanını hiç boş bırakmadı. Uluslararası düzeyde ise üyesi olduğumuz UNI, IFJ ve EFJ’nin yanı sıra Birleşik Krallıktaki kardeş sendikalarımız BECTU ve NUJ’un desteği üst düzeydeydi. BBC’nin Londra’daki genel merkezi önünde grevdeki çalışanlarla dayanışmak için bir basın açıklaması organize eden Evrensel’in Londra Muhabiri Arif Bektaş’a da bu yazı vasıtasıyla tekrar teşekkür ediyorum. Dayanışma başlığı altında bahsetmemiz gereken son unsur sendikanın, sosyal medya hesaplarını çok iyi kullanması idi. Bu sayede yurt içi ve dışından çok sayıda destek mesajı geldi ve grevin görünürlüğü arttı. 

Başarıya giden yoldaki diğer bir ilke, gerçekçi olmamız. Şirketin finansal durumu ve kapasitesine çok iyi çalıştık. Müzakere sürecinde taleplerimizi, Türkiye’deki ekonomik gerçeklik üzerinden dile getirdik. Bir noktada müzakere tıkandığında ise, grev ile kararlığımızı göstermekten çekinmedik. 

Sonuç olarak kazandık. Cesaretle bir adım daha ileri giderek şunu söyleyebilirim ki; BBC İstanbul Bürosu grevi, endüstriyel ilişkiler bağlamında ülkemiz medya sektöründe bir dönemi kapattı ve yeni bir dönemin kapısını araladı. Şimdi o kapıdan girecek yeni işyerlerini, yeni kazanımları örgütleme zamanı. Yolumuz açık olsun!

Bu yazı 6 Şubat 2022 tarihinde Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.

https://www.evrensel.net/haber/454371/kara-kista-grev-gazeteciler-nasil-kazandi

5 maddede BBC grevi: Gazeteciler nasıl kazandı?

İlyas Coşkun

Herkes için öğretici olan bir 15 gün yaşadık. Birliğimizin gücünü soğuk ile sınadık. Grevdeki BBC çalışanları, Türkiye Gazeteciler Sendikası, gönlü ve sözü bizimle olanlar, ziyarete gelen meslektaşlar, medya sektöründeki düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına itiraz eden herkes: Gözümüz aydın, kazandık.

Başarıyla biten BBC grevi, kazanmak için emek harcanması gerektiğini bir kez daha teyit etti. “Nasıl kazandık?” sorusuna vereceğimiz yanıt ise sonraki kazanımlar için rehber olacak.

1. Birlik

İşverenle ilk müzakere gününden grevin son gününe kadar BBC’deki üyelerimizin kendi arasındaki birliktelik, kazanımı getiren ilk unsur. Anlaşmazlıkların tartışmalar yoluyla tüketilmesi ve sonrasında alınan karara bütün olarak uyulması mücadeleyi kolaylaştırdı.

2. Şeffaflık

BBC çalışanlarının sürecin hep içinde olması, işverenle yürütülen müzakerelere işyeri temsilcisinin katılımı, izlenen yolun her durağında ortak aklın devreye sokulması, kararlarımızı demokratikleştirdi ve şeffaflaştırdı. Bu irade, fevri kararlar alınmasını engellediği gibi organizasyonun soğukkanlılıkla yürütülmesini de garanti etti. Bu sayede Sendika ve grevdeki üyeler arasında en ufak bir güven sorunu yaşanmadı.

3. Sendikal aidiyet

Kazanıma giden yolda bir diğer önemli unsur, üyelerin sendikal aidiyeti oldu. BBC’deki gazeteciler işlerini iyi yaptıkları için bu işyerinde çalıştıklarının en başından beri farkındaydı. İşi ve süreç yönetimini (müzakere, grev ve daha fazlası) sadece yöneticilere havale etmeyen, sonucu beklemek yerine ona şekil verecek müdahalelerde bulunan, Sendika’nın deneyimlerinden beslenen ancak inisiyatif almaktan da çekinmeyen bir üye profili ile başarı sağlandı.

4. Dayanışma

Bir işçi mücadelesinde dayanışma, en az üyelerin birlik ve kararlılığı kadar önemli. Grevin ilk gününden itibaren meslektaşlarımızın grev alanına gelerek verdiği destekler ve sosyal ağlarda yapılan paylaşımlar bizleri diri tuttu. Özellikle sendikalı medya kuruluşlarında yapılan haberler kamuoyunun grev hakkında bilgi almasını sağladı. Sendika’nın sosyal medya hesaplarının ustalıkla kullanılması da yurtiçi ve yurtdışındaki mesleki dayanışmayı büyüttü.

Diğer yandan ‘muhalif’ olarak nitelenen kimi medya kuruluşlarında grevin haber olmaması, gazeteci kökenli milletvekillerinin ilgisizliği, basın meslek örgütlerinin çoğunun destek ziyareti ya da açıklaması yapmaması bizleri hem üzdü hem de şaşırttı. Bundan dersler çıkartacağız.

Neyse ki, (üyesi olduğumuz TÜRK-İŞ hariç) Türkiye’deki kurumların ilgisizliği, uluslararası düzeyde gösterilen dayanışma ile telafi edildi. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın üyesi olduğu federasyonlar UNI, IFJ ve EFJ’in açıklamaları, İngiltere’deki kardeş sendikalarımız BECTU ve NUJ’in yürüttüğü görüşmeler ve yaptığı çalışmalar sayesinde BBC’nin diğer bürolarında lehimize alınan tutum işveren nezdinde bir baskı unsuru oldu. Özetle uluslararası dayanışma, layığıyla harekete geçirilerek mevcut krizin çözümünde işçiler lehine yadsınamaz bir rol oynadı.

5. Gerçekçi olmak

BBC işvereninin finansal imkânları ve Türk lirasının değer kaybı karşısında, üyelerimizin talep ettiği ücret artışı ve yan haklar meşru ve gerçekçi idi. Bu durum, işverenle yapılan müzakereleri ve kamuoyuna yönelik açıklamaları kendimizden emin bir şekilde sürdürmemize yardımcı oldu. Ayrıca grevdeki meslektaşlarımızın yüksek gazetecilik nitelikleri (kıdemleri, başarıları, aldıkları ödüller ve diğer becerileri) gerçeklik ve söylem arasında bir uyum sağladı. (Örneğin: İyi gazetecilik, adil bir ücret artışını hak eder) İşverenin dahi buna açık ya da örtülü itiraz edememesi, başkaca bahanelere sığınması, söylemin gücünü göstermesi açısından önemli bir gösterge.

Sonuç

Elbette bu beş temel unsurun sayısı artırılabilir, içeriği tartışılabilir ya da zenginleştirilebilir. Diğer yandan şu gerçeğe gölge düşmez: BBC İstanbul bürosu grevi; Türkiye basın sektöründe 2009’dan sonra gerçekleşen, yıllar sonra başarıyla biten ve yabancı bir medya kuruluşunda hayat bulan ilk grev olarak tarihte yerini aldı.

Gazetecilerin hak mücadelesinde tartışılmaz bir şekilde yeni bir sayfa açan bu sürece tanıklık etmek ve de örgütleyenlerden birisi olmak ayrı bir övünç kaynağı. 29 Ocak günü grevi bitirirken söylediğimiz son sözlerle veda edelim:

Bugün elde edilen kazanımlar hem yerel hem uluslararası basında çalışan tüm meslektaşlarımız, arkadaşlarımız için önemlidir, geleceğe yönelik referanstır. Mesleki dayanışma yaşatır. Tekrar buluşmak üzere!


Bu yazı 31 Ocak 2022 tarihinde Journo.com.tr'de yayınlanmıştır.

https://journo.com.tr/5-maddede-bbc-grevi-gazeteciler-nasil-kazandi


18 Nisan 2020 Cumartesi

Tirajlar düşerken gazeteler neden baskıda ısrar ediyor?

İlyas Coşkun

Aşağıdaki grafikte sadece 9-15 Mart 2020 haftasında tirajı 100 binin üzerinde olan gazeteler dikkate alındı. Analizin zaman aralığı 9-15 Mart 2020 ve 12-19 Nisan 2020 dönemleri (dahil) arasını kapsamaktadır. Altı haftalık zaman aralığında en yüksek tiraj kaybını Sözcü Gazetesi (73,571) yaşarken, Milliyet’in (4,434) en az etkilenen gazete olduğu görülüyor. İlgili dönem aralığında grafikte yer alan dokuz gazetenin toplam tiraj kaybı ise 292,271 gibi büyük bir rakam.


Bu veriler ne anlama geliyor?

Bu veriler iki önemli hususa işaret ediyor. Birincisi salgınla beraber basılı gazetelerin bayiden okuyucuyla buluşması çok ciddi bir şekilde düşüş yaşıyor. Journo’da çıkan “Gazete satmak artık daha da zor: Koronavirüsle çakılan tirajlara çare aranıyor” başlıklı haber de[1] bayi satışlarındaki azalmaya dikkat çekiyor. Okuyucular, birçok tedarik sürecinden geçen gazete ile temas ettiklerinde kendilerine virüs bulaşabileceği korkusu yaşıyor olabilir. İkinci olarak ise kriz dönemlerinde tüketicilerin (bu örnekte gazete okuyucuları oluyor) alışveriş ve tüketim alışkanlıklarında değişim gözlenmesi bilinen bir olgu. Halihazırda salgına karşı güçlü bir tedavi yönteminin geliştirilememesi ve kesin çözüm sağlayacak aşının bulunamaması, salgın nedeniyle yaşanan krizin ne zaman son bulacağını da belirsiz hale getiriyor. Bu belirsizlik; ekonomideki genel daralma, işten atmalar nedeniyle istihdam oranındaki azalma, krizin tetiklediği tüketim alışkanlıklarındaki değişim (daha planlı harcama, daha fazla oranda acil ve temel ihtiyaçlara bütçe ayırma vb.) ve toplumdaki zayıflayan alım gücü ile birleştiğinde kaçınılmaz olarak gazete tirajlarına olumsuz yansıyor. Habere, gazetelerin İnternet sayfalarından rahatlıkla ulaşılabilmesi de bu tiraj kaybını hızlandırıyor. Kimi gazeteler bu süreçte artan maliyetleri karşılamak adına e-abonelik sistemlerini daha fazla öne çıkarırken, bu yöntemin ne düzeyde çözüm sağladığını söylemek için henüz erken.

Basın İlan Kurumu esaslı adım atmalı

Salgın sürecinde gazeteleri en fazla zorlayan sorun, Basın İlan Kurumu’ndan (BİK) ilan alabilmek için baskı yapmak zorunda olmaları. BİK, 23 Mart’ta salgınla mücadele kapsamında medya sektörüne destek amacıyla bir dizi karar aldığını duyurdu[2]. Açıklamada “Gazetelerden ilgili mevzuat uyarınca aranılan fiili satış adedine (baskı-bayi-abone vs.) ilişkin düşüşler, 23 Mart 2020 Pazartesi tarihinden itibaren mücbir sebep kapsamında değerlendirilecektir” deniliyor.

BİK, 18-19 Nisan günleri gerçekleşen sokağa çıkma yasağı öncesi gazeteleri ilgilendiren yeni bir karar daha aldı. Evrensel’den Gözde Tüzer’in haberine göre[3]hafta sonu basılamayan gazeteler mücbir sebep kapsamında değerlendirilecek”. Haberde, “İlan ve reklam gelirleri ile ilgili ise; basılı gazeteler için ayrı, basılamayan gazeteler için ayrı çalışmalar” yürütüleceği uyarısı da BİK’e dayandırılarak paylaşılıyor.

BİK’in her iki adımı birlikte düşünüldüğünde, gazetelerin eriyen tirajlarına karşı bir duyarlılığın ve çözüm çabasının olduğu görülüyor. Ancak bu önlemlerin yetersizliği aşikâr. Çünkü her iki karar da gazetelerin BİK’ten ilan alabilmek için gerekli koşul olan fiili satış (diğer bir deyişle gazetenin baskısı ve bayide tüketici ile buluşması/satışı) şartını es geçiyor.

Medya sektörünün gelir modelinin temelinde -büyük oranda- BİK’ten alınan ilanlar sayesinde elde edilen ekonomik fayda bulunuyor. Salgın nedeniyle tirajı (ve de kazancı) görece düşen gazeteler ise bir de BİK ilanlarından gelen gelirden olmamak için baskılarını sürdürmek zorunda kalıyor. Bu çarpıklık ise salgın sürecinde satılmayan gazetelerin basılması, baskıda temel girdi olan ve ithal edilen kâğıdın (ve de buna harcanan dövizin) israf edilmesi, matbaa ve tedarikten sorumlu kargo çalışanlarının can güvenliğinin tehlikeye atılması vb. sorunlara neden oluyor.

‘Fiili satış’ şartı kaldırılmalı

Çözüm ise epey basit: BİK, salgın sürecinde “fiili satış” şartını tamamen kaldırmalı, gazetelerin İnternet siteleri üzerinden ilanlarını girebilmesi yeterli olmalıdır. Böylesi bir kararda çalışanları koruyan hükümlere yer vermek, olmazsa olmaz bir husustur. İlan verilen kurumlarda çalışan gazetecilerin evlerinde hizmet üretiminin garanti altına alınması ve matbaa işçilerinin çalışmadıkları süre boyunca ücretli izinli sayılması, salgın boyunca çalışanların da iş güvencelerini ve sağlık hakkını koruyacaktır. Aksi halde, örneğin matbaa çalışanları, bu süreçte çalışmaya zorlanmadıkları için sağlıklarını koruyabilecek ancak işten atılma ya da ücretsiz izne gönderilme nedeniyle gelirsiz kalma tehdidi ile karşılaşacaktır.

Dijital Hizmet Vergisi Kanunu revize edilmeli

Sektörün orta ve uzun vadede çözüm için tartışma yürütmesi ise kaçınılmaz. Bu kapsamda 7194 Sayılı Dijital Hizmet Vergisi Kanununun [4] tartışmaya açılması faydalı olabilir. Oldukça yeni olan bu kanunun ilk yedi maddesi Mart 2020’den itibaren yürürlükte. ‘Verginin konusu’ başlıklı 1. Madde içinde yasanın muhatabı faaliyet alanları sıralanıyor ve ilk sırada “Dijital ortamda sunulan her türlü reklam hizmetleri” yer alıyor. Kanunun 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrası dijital hizmet vergisi oranını yüzde 7,5 olarak belirlerken, (5) numaralı fıkrası ise Cumhurbaşkanının, bu oranı iki katına kadar artırmaya yetkili olduğunu ifade ediyor. Kanunun 4. Maddesi ise “Türkiye’de elde edilen hasılatı 20 milyon Türk lirasından veya dünya genelinde elde edilen hasılatı 750 milyon avrodan veya muadili yabancı para karşılığı Türk lirasından az olanlar dijital hizmet vergisinden muaftır” diyor. Kanunun muhatabı ise dijital hizmet sağlayıcıları yani Google, Yandex, Facebook, Twitter vb. platformlar.

Hem basılı gazetelerin İnternet portalları hem de sadece İnternet üzerinden faaliyet yürüten medya kuruluşları için arama motorları üzerinden gelen reklam gelirlerinin önemi yadsınamayacak düzeyde. Bu nedenle ilgili yasada yapılacak düzenlemelerle medya kuruluşları özellikle salgın sürecinde desteklenebilir. Örneğin yasaya eklenecek geçici maddeler vasıtasıyla, salgın sürecinde vergi oranı yüzde 10’a çekilir ve muafiyet şartları “10 milyon Türk Lirası” ve “375 milyon avro” olarak revize edilir. Düzenleme ile oluşan bu yeni tutar ise basın meslek örgütleri, sendikalar, işverenler ve BİK’in dahil olduğu bir ortak komite vasıtasıyla ve bir dizi kriter ışığında yerel ve ulusal medya kuruluşlarının desteklenmesi için kullanılır. Yerel ve ulusal medya kuruluşlarının finansmanında, çalışanları koruyan hükümlerin olması elbette olmazsa olmazdır. Desteklenen kurumlarda işten atmaların ve ücretsiz izin uygulamasının yasaklanması, çalışanların ücret ve çalışma koşullarında, yine çalışanlar aleyhine esaslı değişikliklere izin verilmemesi, çalışanların sendikal hak ve özgürlüklerine saygı duyulması gibi bağlayıcı kriterler konulmalıdır.

Umalım bu salgın kimi cesaretli adımlara da kapı açar. Gazetelerin gelir modellerini gözden geçirdiği, risk analizlerini daha güvenilir bir şekilde yaptığı, doğa ile barışık bir üretim modelinin tercih edildiği, sağlıklı bir çalışma ortamının birinci öncelik olduğu ve çalışanların ekonomik ve sosyal haklarına saygı duyan bir medya sektörü, elbette bu ve benzer krizleri daha sağlam atlatacaktır.

31 Mart 2020 Salı

Acilen, ‘İstihdamı Koruma Paketi’ne ihtiyacımız var

İlyas Coşkun

Gündemin baş aktörü bir süredir koronavirüsü salgını. Salgının insan sağlığına yönelttiği tehdidin altını çizen yetkililer, alınması gereken önlemleri her fırsatta hatırlatılıyor. Salgının dünya ekonomisine olası etkileri ise biraz daha kısık sesle tartışılıyor. Tedarik ağları ile birbirine bağlı dünya ekonomisinin bu süreçten yara almadan çıkmasını kimse beklemiyor.

Doç. Dr. Ümit Akçay, küresel ekonominin bir kriz içinde olduğunu ifade ederken[1], Prof. Dr. Aziz Konukman salgının dünya ekonomisinde yarattığı tahribatın etkilerini, “kapitalizmin sürdürülüp sürdürülemeyeceği” tartışmasını dahi açacağını öngörüyor[2]. OECD, salgın nedeniyle dünya ekonomisindeki büyümenin 2009’dan bugüne en düşük seviyede gerçekleşeceğini tahmin ederken[3], Dünya Seyahat ve Turizm Konseyi’nin (WTTC) hesaplamasına göre salgın, turizm ve seyahat sektöründe toplamda 50 milyon kişiyi işsiz bırakabilir[4]. İmalat sektörlerinde de durum iç açıcı değil. Birçok otomobil devi Avrupa’daki tesislerinde üretime ara verdiğini duyururken Türkiye’de ise önce Ford Otosan sonra da Toyota ve Honda üretimlerine ara verdiklerini açıkladı[5].

Haliyle salgına yönelik otoritelerin ilan ettiği tıbbi önlemler ve işyerlerinin bu tedbirler kapsamında denetlenmesi isteği çok önemli olmakla birlikte, salgının neden olduğu ekonomik daralmanın işçiler üzerindeki yükünü hafifletecek bir acil talep listesinin hazırlanması da bu dönemde önem arz ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı ‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’ ise çalışanların beklentisini karşılamaktan çok uzak. Zira paketle ilgili yapılan haberlerde sadece işveren örgütü temsilcilerinin yorumlarını ve memnuniyet açıklamalarını görmemiz, işçiler adına somut ve sevindirici bir önlemin pakette yer alınmadığına güçlü bir işaret[6].

Salgına Karşı Sendikaların Tavrı

Acil talep listesinin hazırlanmasında elbette sendikaların rolü ve yapabilecekleri belirleyici olacak. İşsizliğin, güvencesizliğin, kayıt dışı çalışmanın yüksek olduğu, iş cinayetlerinin gündemden düşmediği ülkemizde örgütlü bir güç olarak sendikaların söyledikleri ve söylemedikleri, salgının faturasının emekçilere yansımasını tartışmasız belirleyecek.

Bu anlamda aşağıda paylaştığımız bir dizi örnek, Türkiye’deki sendikalar için bir kalkış noktası olabilir.

İlk örnek DİSK Uluslararası İlişkiler Müdürü Kıvanç Eliaçık’ın dünya ölçeğinde sendikaların tedbirler konusunda ne gibi adımlar attığını paylaştığı yazısı[7]. Yazıdaki şu kısım önemli: “Kamboçya hükümeti, Kamboçya Sendikalar Konfederasyonunun talebi üzerine iflaslara ve kitlesel işten çıkarmalara çare olmak için virüs nedeniyle sıkıntı yaşayan şirketlere vergi muafiyeti getireceğini açıkladı. Açığa alınan işçilerin ücretlerinin yüzde 60’ı, kısmi hükümet desteğiyle ödenecek.”

Diğer örnekler ise Avrupa’dan. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) Twitter hesabından yaptığı açıklamayla, salgının neden olduğu üretimdeki aksamalara karşı sendikaların, istihdama dair aldığı koruyucu önlemleri paylaştı[8]. Örneğin İsviçre’de konaklama sektöründe yeni imzalanan toplu iş sözleşmesine göre işçi ücretlerindeki işveren payının yarısını devlet üstlenecek, çalışanlar ücretlerinin yüzde 90’ını alacak ancak normal çalışma sürelerinin sadece yüzde 40’ı kadar çalışacak.
Diğer ülkeler ve alınan tedbirler ise şu şekilde:

- Avusturya Sendikalar Konfederasyonu’nun (ÖGB) çağrısı ve işveren örgütlerinin de desteğiyle hükümet, ‘iş ve istihdamı korumak’ amacıyla bir dizi tedbir aldı. İşçiler, kısa süreli çalışacak olmalarına rağmen ücret ya da maaşlarının yüzde 80-90’ını almaya devam edecekler. Çalışma saatinin azaltılmasıyla salgının yayılma ihtimalini düşüren bu kararı ÖGB Başkanı, “Böylesi olağanüstü durumda bile çalışanların yaşam maliyetlerini karşılamalarını ve kiralarını ödeyebilmelerini garantiye alıyoruz” sözleriyle destekledi.

- Letonya’da hükümetin desteğiyle İşverenler Konfederasyonu (LDDK) ve Özgür Sendikalar Konfederasyonu (LBAS) bir araya gelerek ülkede salgının yayılmasını önlemek adına bir dizi tedbir üzerinde uzlaştı. Tedbirler içinde en göze çarpan madde, hastalık izni ödemesinin yüzde 100’ünün devlet bütçesinden karşılanacağı yönündeki taahhüt oldu.

- Hollanda’da sendika, işveren örgütleri ve hükümet temsilcilerinin yer aldığı “Birlik ve Kararlılık” komitesi kuruldu. Komite, ‘Korona Acil Durum Fonu’ kurulması için hükümetten talepte bulundu. Esnek çalışma biçimleriyle istihdam edilen çalışanların fondan yararlanması amaçlanırken ayrıca likidite sorunu yaşayan şirketlerin, çalışanlarının ücretlerini ödeyebilmeleri için fonu kullanabilmesi de düşünülüyor. Komite, fonun bütçesini ise devletin karşılamasını talep ediyor.

- Salgın nedeniyle olağanüstü hâl ilan edilen ve tüm özel sağlık hizmetlerinin kamu denetimi altına alındığı İspanya’da ise sendikalar ve işveren örgütleri, üzerinde uzlaştıkları bir dizi önlemi hükümete sundu. Talepler listesinde kısmi işsizlik önlemleri, sosyal güvenlik primi indirimi, vergi indirimi gibi bir dizi madde yer alıyor.

- Norveç’te ise salgın nedeniyle 20 güne kadar geçici işten çıkartmalarda işçiler tam maaş almayı sürdürecek. Ülkede işsizlik yardımının miktarı artırılırken yardımı almak için gereken bekleme süresi de iptal edildi. Ayrıca kendi hesabına çalışanların da tazminat alabilmesi sağlandı.

- Danimarka’da ise eğer şirketler süresiz işten çıkartmalardan kaçınırsa, işçiler kısa süreli işten çıkartma süresince ücretlerinin yüzde 90’ı kadarını alabilecek.

- İtalya’da sendikalar ve işveren örgütleri, işyerlerinde salgının yayılmasını önlemek için ücretli izin de dahil bir dizi önlem üzerinde uzlaştı.

İşçi-işveren taraflarının üstlendiği ‘fedakârlık’ düzeyinin, verili dönemdeki sınıflar arası ilişkilerin düzeyiyle bağlantılı olduğunu atlamadan verilen örneklerde kimi ortak noktaların olduğunu söyleyebiliriz: Salgının ekonomi alanındaki tesirini azaltacak şekilde devletin işçi-işveren ilişkisinde üstlendiği sorumluluğun artması, istihdam kaybını azaltacak önlemler ve endüstriyel ilişkilerde sendikaların kaçınılmaz rolünün tekrar hatırlatılması. Ne yazık ki ülkemizde ekonomi alanında alınan ilk tedbirler, özellikle son iki ortak noktayı kapsamaktan çok uzak.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi verilen örnekler ülkemizdeki sendikalar için bir kalkış noktası olabilir. Mücadeleyi de kapsayan bir müzakere biçimiyle, ülkemizde alınacak tedbirlerin daha kapsayıcı ve işçi sınıfı lehine olması imkânsız değildir. Peş peşe işten atma ve ücretsiz izne gönderme haberlerinin geldiği ülkemizde sendikaların da bir dizi talebi gündeme getirmesi, bu talepler için işveren ve hükümet ile görüşmeler gerçekleştirmesi, üretimden gelen gücünü kullanması, sosyal medya kampanyaları düzenlemesi, vs. faydalı olacaktır. Ancak sadece işçiler göz önüne alındığında genel sendikalaşma oranının yüzde 13, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çalışan sayısının ise çok daha düşük olduğu ülkemizde çoğunluk sendikal haklara sahip olmadan ve çok daha güvencesiz koşullarda çalışmaktadır. Bu nedenle sadece üyelerinin değil, işçi sınıfının tamamının çıkarlarını düşünen ve en geniş desteği kazanabilecek bir acil talep listesi, sendikaların muhtemel pazarlıktaki elini güçlendirecektir.

Muhtemel Talepler

1) Salgının Türkiye’de de görüldüğünün ilan edildiği 11 Mart tarihi itibarıyla tüm işletmelerde işten atmalar yasaklanmalıdır.

2) Asgari ücretlilerin toplam çalışan sayısı içindeki payı düşünüldüğünde, çalışanların aile bütçelerinin bu süreçte daha fazla yıpranması engellenmek adına asgari ücret üzerindeki Gelir ve Damga Vergileri salgın boyunca alınmamalıdır.

3) İşsizlik Sigortası Fonu’nun kullanımı sendika temsilcilerinden oluşan bir komiteye devredilmelidir. İşsizlik fonunun yararlanma miktarı ve süresi artırılmalı, fondan yararlanmak için gereken şartlar asgari seviyeye çekilmelidir.

4) Virüsün iş yerlerinde yayılma riskini azaltmak için haftalık çalışma süresi en azından salgın süresince haftalık 30 saate düşürülmelidir.

5) Çalışma mevzuatındaki ücretli izin süresi çalışanlar lehine revize edilmelidir.

6) Devletin 2020 bütçesi revize edilmelidir. Bütçede pay ayrılmış ancak ivediliği olmayan tüm yatırım planları (Kanal İstanbul gibi) yıl sonuna kadar ertelenmelidir. Yap İşlet Devret modeliyle inşa edilen köprü ve otoyol projelerine ödenen garanti ödeme tutarları da salgın boyunca ertelenmelidir. Bütçede yapılacak tasarruf sayesinde elde edilecek tutar salgınla mücadele için sağlık alanındaki gerekli yatırım ve harcamalara ayrılmalıdır.

7) Tüm işçi ve işsizlerin kredi ve banka borçları salgın sürecinde faizsiz bir şekilde ertelenmelidir. Bu borçların salgın sonrası yeniden yapılandırılması sağlanmalıdır.

8) Tüm işçi ve işsizlerin elektrik, doğalgaz, su ve İnternet gibi temel ihtiyaçları salgın boyunca ücretsiz olarak karşılanmalıdır.

9) Salgınla mücadelede ev ve işyerlerinde hijyen büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle tüm temizlik, hijyen ürünleri ve dezenfektanlardaki KDV oranı salgın boyunca sıfırlanmalıdır.

10) Çocuklu ya da hasta, yaşlı bakımından sorumlu olup da çalışan kimselere ücretli izin verilmelidir.

11) Evden çalışmaya devam eden çalışanların ücretleri ve varsa yemek yardımları işverenler tarafından tam olarak ödenmeye devam edilmelidir.

12) İşsizlerin Genel Sağlık Sigortası (GSS) borçları affedilmeli ya da bir yıl süreyle ertelenmelidir.

Takdir edersiniz ki işçilerin gündemi kadar sermaye çevrelerinin de bir gündemi ve ajandası var. Sermayedarların bu krizden yara almadan kurtulmaları için alınan ilk önlem açıklanan ekonomi paketi oldu. Bu tür imtiyazların devam edeceğini ve ekonomik faturanın yine emeği ile geçinen bizlere kesileceğini geçmiş tecrübelerden çok iyi biliyoruz. Öyleyse vakit kaybetmeden yaşanan ve yaşanması muhtemel mağduriyetlere karşı acil talep listesinin hazırlanması, Türkiye işçi sınıfının ve onun örgütlerinin temel önceliğidir.



Bu yazı 22 Mart 2020 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.


21 Aralık 2018 Cuma

“Sosyalist Bir Geleceğe İnanan Marksist Partiyiz”


David Broder

Belçika, siyasal radikalizme ev sahipliği yapan bir ülke olarak görülmüyor. Diğer Avrupa ülkelerinde ‘Brüksel’ kelimesi, soğuk ve bürokratik AB kurumlarına karşılık olarak kullanılıyor. Fakat Belçika işçi sınıfı, Borinage’deki maden işçilerinden 1960 genel grevine kadar, sömürü ve buna karşı mücadele tarihine de sahiptir. Bugün ise ülkedeki siyasal manzara, aşırı sağ Flaman ulusalcılar ve güçsüz merkez siyasetçiler arasında kutuplaşırken sol siyaset de yeni biçimlerde sahneye çıkıyor. Marksist-Leninist geçmişiyle köklü bir tarihe sahip Belçika İşçi Partisi (PTB) özellikle son yıllarda dikkate değer bir atılım gerçekleştirerek, geçen Ekim ayındaki yerel seçimlerde başkent Brüksel’de oyların yüzde 12’sini almayı başarmıştır.

Jacobin’den David Broder’in sorularını yanıtlayan PTB lideri Peter Mertens, partide son dönemde yaşanan değişimleri, partinin geldiği aşamayı ve Avrupa’daki hakim düzenin daha geniş ölçekli dönüşümüne dair düşüncelerini paylaşmaktadır.

DB - Ekim’de yerel seçimlerde PTB dikkate değer bir çıkış yaptı. Brüksel’de oyların neredeyse yüzde 12’sini aldınız. Ayrıca Valon ve Flaman bölgesindeki büyük şehirlerde de iyi sonuçlar aldınız. Seçmenler için sizi cazip kılan nedir?

PM - Yürüttüğümüz her kampanyaya, programımızdaki temel başlıkların ne olması gerektiğine karar vermek için halk içinde geniş bir anket çalışması ile başlıyoruz. Yerel seçimler öncesinde Brüksel ya da diğer şehirlerde, seçmenlere yönelttiğimiz 20 soruluk bir broşür ile onlara, kendi mahalle ve bölgelerinde temel sorun ve endişelerinin ne olduğunu sorduk. Araştırmanın ilk aşaması, seçimlerden bir yıl önce yapıldı ve örneğin Antwerp şehrinde dokuz bin insandan yanıt topladık. Bu yoğun çalışma temposunda militanlarımız, her şehirde ve mahallede kapı kapı dolaşarak her biri yirmi dakika süren anketleri gerçekleştirdi. Çoğu şehirde öne çıkan birinci sorun barınma, ikincisi yoksulluk ve üçüncü olarak da ulaşım (toplu taşıma eksikliği ya da pahalılığı nedeniyle) oldu.

Her kim seçimin gündemine karar verirse diğer partiler üzerinde büyük bir avantaja sahip olur. En büyükleri olan N-VA da dahil sağcı partilerin, İtalya’daki sağcı partileri örnek alarak ve ‘işgal edilmiş’ korkusunu kaşıyarak güvenlik, göçmenler ve mülteciler meselesini ana sorunlar olarak öne çıkaracağını biliyorduk. Yerel seçimler olmasına rağmen sağcı partiler bahsi geçen meseleleri kullanmak istedi. Aynı süreçte, orta sınıf yerel eylem grupları da Yeşil partilerin yaptığı gibi -şüphesiz önemli bir mesele olan - temiz hava ve çevre talebini kampanyaların merkezine konmasını talep ediyordu. Biz ise politik gündemimizin merkezine toplumsal meseleyi koymak istedik ki, bu da barınma meselesi üzerinde odaklanma anlamına geliyordu. Örneğin, yıllardır yatırım ve bakımı yapılmayan sosyal konutlarda, rutubet gibi sorunlar var. Biz de bu sorunları gündemimize aldık ve bunları basın ve halkla ilişkilerde gündemimize taşıdık. Stratejimiz, halkın endişe ve sorunlarından başlamak ve bunlar hakkında sadece genel bir söylem ortaya koymak yerine aynı konuları ısrarla gündeme getirmek oldu.

DB - Podemos veya Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi gibi ülkelerinde yükselen hareketler kendilerini solun da ötesinde bir yere yerleştirirken, Marksist- Leninist bir geçmişten gelen partiniz, Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın bir parçası olmayı sürdürüyor. Diğer yandan partiniz son on yılda yaklaşımını da değiştirdi. Bu değişim neden ve nasıl oldu?

PM - Sağcı partilerin, anlatı sanatında nasıl kabiliyetli olduklarını gördük. Somut konuları işleyip oradan da daha genel fikirlere ve emperyalist gündemlerine varıyorlar. Gazetelerin ön sayfasında yer bulacak nitelikte hikayelerden başlıyorlar. Örneğin engelliler için ayrılan yardımın başkaca kimseler tarafından kullanması hakkında hikayeleri öne çıkarıyorlar. Sosyal sigortaların suistimal edilmesiyle ilgili endişe duyan insanlar da çevrelerinde böyle insanların varlığından bahsediyor. Sonra da bir çeşit sol - sadece Belçika’da değil, daha geniş anlamda - bu hikayelere gelir dağılımına ilişkin istatistik ve tablolarla yanıt veriyor ki bunların hepsi doğru ancak oldukça soyut, duygusuz ve sadece akla hitap ediyor. Biz, sol olarak, gerçek hayatta kendi anlatı sanatımızı bulmalı ve sonra soyut düzeye geçmeliyiz.

Kendi anlatılarımıza ihtiyacımız var. Örneğin aylık sadece 800 Euro emekli maaşı alan bir emekli 500 Euro’sunu kiraya ayırdığında, yaşamak için elinde günlük 10 Euro’su kalmaktadır. Belçika ve aslında toplamda Avrupalı politikacılar nedeniyle bu sorunun sadece bir kişiyi değil, ülkemizde bir milyon insanı ilgilendirdiğini söylüyoruz. Böylece duygusal hikayeleri daha soyut, siyasal bir düzeye bağlıyoruz. Bu, partinin lideri olduğum 2008 yılından sonra yaklaşımımıza dair başlattığımız bir değişiklikti. PTB, on yıllardır aktif siyaset yapan bir parti olmasına rağmen büyümüyordu. Partideki ilk kuşak, kendini yenilemekte güçlükler yaşıyordu. Zamanla daha da küçülme ve sonunda yok olma riskiyle karşılaştık. Bu yüzden örgütlenme ve iletişim yaklaşımımızı değiştirdik. Parti çalışmasının esası olan işyerlerindeki temel birimlere dayalı faaliyetimizi sürdürüyoruz ama aynı zamanda mahalle grupları ve sokak meclislerinde de çalışmalar yapıyoruz.

Parti üyesi olmak için gerekli çıtayı yükselttik. Şuanda partide farklı üyelik seviyeleri var. Aynı zamanda parti etrafında biraraya gelmiş bir çevre de var. Bunlar internetten yıllık 20 Euro aidat ödüyor ve tam bir örgütlü, parti üyesi değiller. Bu kimseleri ‘tavsiye veren üye’ olarak ifade ediyoruz ve bu kimselerin tüzüğümüze göre parti kongresinde oy kullanma hakları da yok. 2008’de hayata geçen bu uygulama, partimiz için büyük bir adımdı. Geçmişte partiye katılmak için bilinçli bir Marksist olman yetiyordu şimdi ise bu kriterin yanında çalışmalarımızla eğitimden geçirdiğimiz daha geniş bir kitleye sahibiz.

DB - Belçika siyasal sistemi, sadece federal düzeyde örgütlü siyasi oluşumlarla birlikte hayli parçalı durumda. Birçok parti Belçika çapında örgütlenmiyor. Siyasal arenadaki bu çeşitlilik, seçmen tercihinin değişebileceği anlamına mı geliyor?Partiniz açısından, hangi tip seçmen profili PTB’ye oy veriyor?Örneğin Sosyalist Parti’nin ya da Sosyalist Parti-Farklı’nın eski seçmenleri mi?

PM - PTB’nin seçmen profilinin çeşitli ancak büyük oranda işçi sınıfından olduğunu söyleyebilirim. Ülkenin Fransızca konuşulan güney kısmındaki (Valon Bölgesi) seçmenlerin büyük kısmı, Avrupa çapındaki benzerlerinin aksine o bölgede hala güçlü bir sosyal demokrat parti olmayı sürdüren Sosyalist Parti tabanından geliyor. Bu partinin, geçmişte hükümet olduğu dönemde işsizlik ödeneği erişimine getirdiği kısıtlama gibi politik kararları nedeniyle kızgın tabanından çok sayıda seçmen kazandık. Aynı dönemde, ülkenin kuzeyinde sağcı ve aşırı sağcı partiler ile de yarış içine girdik.

Orta sınıf gazeteciler, seçmenlerin nasıl olur da sağcı partiler ile PTB arasında kararsız kaldığını anlamakta zorlanıyor. Ancak bu o kadar da zor değil. Şöyle ki; birçok insan sorunlarını toplumsal düzeyde tanımlıyor. Örneğin ‘Emekli aylıklarımız çok düşük’ veya ‘Emekli olmadan önce 67 yaşına kadar çalışmak zorundayız ve emekli maaşları düşüyor’ diyor. Bir başka örnek de, ‘Kız kardeşim aylık sadece 1100 Euro emekli maaşı almasına rağmen kamunun yaşlı bakım evinde kalmak için aylık 2300 Euro ödemek zorunda’ diyerek bir aile üyesinin sorununu dile getiriyor. Dile getirdikleri sorunların nedenini ise, sözümona sosyal yardım ve konutlara el koyduklarını düşündükleri göçmenler ve mülteciler olarak görüyorlar. Bizim akıl yürütmemiz burada sınırlı kalmıyor ve devamında, bu sorunlar için daha fazla kamusal yatırım ve alt yapı çağrısında bulunuyoruz. Büyük sermaye sahiplerinin, Panama ve Bahama Adaları’nda paralarını istiflemek yerine bu sorunlar için ödeme yapmasını talep ediyoruz. Soru bizim için açık: ırkçı bir tahlile dayanarak aşağıdakilere mi yoksa bir antikapitalist olarak yukarıdakilere mi tekmeyi basıyorsun?

Brüksel’deki son seçimde birçok genç seçmenden oy aldık. Bunun kaynağı ise başkentteki küçük de olsa, kızıl dalgadır. Vekilimiz Raoul Hedebouw, federal parlamentodaki diğer vekillerden tamamiyle farklı konuşuyor ve onun sosyal medyada kullanılan videoları dikkate değer bir şekilde işe yarıyor. Diğer partiler onun açıklamalarını ‘populizm’ olarak yorumlamasına rağmen Belçika gibi, nüfusu 11 milyon olan bir ülkede bu videolar 400 veya 500 bin defa izleniyor. Diğer vekillerle yüzleşme cesareti olan ve kendileri için konuşan bir politikacı gören gençler, bu videolara oldukça rağbet gösteriyor.

DB - Fransa’nın kuzeydoğusu -ki ülkenizin de hemen güneyi- Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi için kale niteliğinde. Sınırın sizin tarafında, yani Fransızca konuşan Belçikalıların yaşadığı Valon Bölgesi’nde ise aşırı sağın benzer bir yükselişi söz konusu değil. Sizce aradaki bu fark neden kaynaklanıyor?

PM - Bence bunun iki nedeni var. Ülkenin kuzeyindeki en büyük endüstriyel şehir olan Antwerp’de, sosyal demokrasi kızıl bir kuşağa sahipti. Ancak bu güç dengesi 1980-90’larda aşırı sağcı Vlaams Blok’a doğru değişti. Yaptığımız değerlendirmede bunun esas sorumlusu olarak sosyal demokrasiyi işaret etmekle birlikte, gereken adımları atmadığımız için kendimizi de eleştirdik. Politikada tutucu ve dogmatik olarak görüldüğümüz için sosyal demokrasiden aşırı sağa evrilen seçmenlerle temas kuramadık. Daha önce bahsettiğim gibi yaklaşımımızı değiştirme sürecinde bir neden de bu oldu. Ülkemizin güneyindeki Valon bölgesinde geleneksel politikalardan oluşan hayal kırıklığını görebildik ve bu, oradaki faaliyetimiz için çok önemliydi.

İkinci neden ise Valon Bölgesi’nde aşırı sağ ve faşist partiler çok zayıf örgütlülüğüe sahiptir. Irkçı partiler için orada bir potansiyel olduğunu yadsımamakla birlikte, orada bizim ve Sosyalist Parti’nin gittikçe artan bir gücü var. Belçika’nın kuzeyinde seçmenler, sosyal demokrasiyi terk edip aşırı sağa yönelirken, Valon Bölgesi’nde bize geliyorlar.

Geçen ay Belçika’da büyük bir skandal yaşandı. Fransız faşist örgüt Génération Identitaire’in Belçika’daki ikizinin, ülkedeki en büyük Flaman milliyetçi partinin (NVA) gençlik örgütüne sızdığı açığa çıktı. Faşistlere karşı üniversitelerde ve gençlik hareketi içinde aktiftik. 1980-90’lardan, faşist örgütlere karşı nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair de büyük ders çıkarttık. Aşırı sağ partilere oy vererek kendi kızgınlık ve karamsarlıklarını ortaya koyan seçmenlerle konuşmak zorundayız. Onlara bir alternatif sunmak zorundayız. Faşizme karşı savaşırken kendimizi yalnızca negatif terimlerle tanımlayamayız. Yoksa antifaşist kampanyada, seçmenler ‘Tamam, Vlaams Blok için oy vermeyeceğim. Fakat ne olacak?’ Sana da oy vermeyeceğim çünkü küçük ve inandırıcı değilsin” diyecektir. Aşırı sağa karşı savaş, kendi anlatımızı, hikayemizi dillendirebileceğimiz antikapitalist bir alternatif ile el ele gitmek zorundadır. Sosyalist bir proje inşa etmeksizin seçmenlerin ne aklını ne de kalbini kazanabilirsin.

DB - Bazı Avrupalı sol partiler, göçün ücretler ve işçi hakları üzerindeki etkisinden bahsetmek için “sosyal damping” veya AB İşçi Gönderimi Yönergesi[1] gibi konuları ele alarak göç konusundaki tartışmalara dahil oldu. Partinizin bu konudaki tutumu nedir?

PM - Sloganımız, heryerde “eşit işe eşit ücret”tir. Avrupa’da uyum ve işbirliğinden yanayız. AB’den çıkışı ya da ulusalcı bir çizgiyi savunmuyoruz. Güçlü bir ırkçılık karşıtı hatta sahibiz ve “Belçika, Belçikalılarındır” gibi bir pozisyonumuz da yok. En iyi kıta ölçeğinde çözülebilecek birçok sorunumuz olduğunu düşünüyoruz. Ancak, AB’nin bugün sahip olduğu yapı, işbirliği ve uyum için en iyisi değildir. Bu haliyle AB, sistematik bir şekilde büyük işveren ve bankaları kayırmakta ve farklı ülkelerin işçi sınıfını rekabete sokmaktadır. İşin aslı, özellikle inşaat sektörü olmak üzere sosyal dampinge neden olan AB’nin bu yapısıdır.

DB - 1980’lerdeki François Mitterrand’ın Fransa’daki sosyalist hükümetinden, 2015 sonrası Yunanistan’daki Syriza hükümetine kadar gelen sol iktidarlar, hem “tek ülkede sosyal demokrasi” inşa etmenin zorluğunu hem de bu örneklere Avrupalı yapılar tarafından dayatılan belirli sınırları gösteriyor. Eğer partiniz, “Sosyalizm yolunda giden” bağımsız bir Belçika öngörmüyorsa, Avrupa’yı bir bütün olarak reforme etmek için hangi mekanizmaların kullanılabileceğini düşünüyorsunuz?

PM - Tarihin tek bir yönde hareket ettiğini düşünmüyorum. Krizler, önümüzdeki 5-10 yıl içinde tekrar yaşanacak. Orta Doğu’nun istikrarsızlaşmasından ABD ve Çin arasındaki askeri gerilime, iklim felaketlerinden 2008’den bugüne sürmekte olan ekonomik krize ve emlak sektöründe spekülasyona dayalı ve sonunda patlayacak olan balona kadar insanlığın, günümüzde bir dizi sorunla yüzyüze geldiğini görüyoruz. Önemli olan şey, olası krize en iyi şekilde hazırlanan güç olmak ve onu, Avrupa’da başka bir işbirliği veya sözleşme için itici güç olarak kullanmaktır. Aşırı sağın veya neoliberallerin, bu krize tek yanıt veren güç olmasına izin veremeyiz ve kendimizi bunun için hazırlamalıyız.

Bu krizin nasıl ortaya çıkacağını kesin olara kestirmek zor. Ancak kendi yollarına gitmek isteyen ve farklı bir yolda işbirliği yapacak olan üç-beş ülke olabilir. Avrupa’daki tüm ülkelerin tek bir yönde ilerleyeceğini düşünmüyorum. Bazı toplumların, benzetme yapmak gerekirse ALBA[2] tipi yeni bir anlaşmaya hayat verebilme ihtimali olduğunu düşünüyorum. Bu muhtemel bir yol olmasına rağmen gelecek için henüz gündeme gelen bir plan da yoktur.

AB’nin mevcut yapısında böylesi bir değişimi yapmak mümkün değildir. AB’nin ulusal bütçe üzerindeki kontrolüne, özelleştirmelere, kemer sıkma tedbirleri ve bağlayıcı anlaşmalarına son vermek için niteliksel bir kopuş anına ihtiyaç vardır. Ancak, bahsettiğimiz kopuşa doğru ilerlemek adına Avrupa siyasal sistemi dahilinde çalışmanın mümkün olduğu düşünüyor ve bu konuda çekimserliğe inanmıyorum.

Belçika küçük bir ülke ve partimizin gücü hakkında mütevazıyız. Ancak bugün açısından Avrupa’daki sosyal demokrasinin solundaki güçler arasındaki durum kaotik haldedir. Henüz hangi yolun en iyisi olduğu belirsiz olduğu için Birinci veya İkinci Enternasyonal benzeri ana, geniş bir platforma ihtiyacımız var. Mevcut durumda GUE/NGL’yi (Avrupa Parlamentosu’nda komünist, yeşil-sol ve radikal sol gelenekten gelen partilerin biraraya getirdiği grup) tüm özgün sol güçler için bir platform olarak görüyoruz. Elbette bu grup içinde farklı bakış açıları da var. Biz özellikle Portekiz, Kıbrıs ve Fransa’daki komünist partileri ile (PCP, AKEL ve PCF) yakın işbirliği içindeyiz. Yine Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un partisi (Boyun Eğmeyen Fransa) ve Almanya’da, Sol Parti ve Almanya Komünist Partisi ile temas halideyiz. Kapitalizme uyum göstermeyi reddeden, sosyalist bir geleceğe inanan Marksist bir partiyiz. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve ırkçılığa karşı mücadele deneyimlerimizin yanı sıra emperyalizm ve kapitalizmi alt etmek için bu yolda tüm özgün sol güçlerin müzakeresinin gerekliliğine inanıyoruz. Eğer her bir sol parti sadece gerçeğin kendiyle ilgili kısmına ricat ederse, bu bizi hiçbir yere götürmez.

PTB’nin Son Seçim Başarılarına Dair Bir Not[3]

PTB, Belçika Temsilciler Meclisi seçim sonuçlarına göre 2007 yılında yüzde 0.84, 2010 yılında yüzde 1.55, 2014 yılında ise yüzde 3.72 oy almıştır. Bir sonraki temsilciler seçiminin 2019’da olacağı ülkede PTB’nın meclicte 2 vekili bulunmaktadır. Parti, Brüksel’deki belediye meclisi seçimlerinde 2012 yılında yüzde 1.56 oy alırken, Ekim 2018’deki son seçimlerde yüzde 11.58 oy almayı başarmıştır.

Bu söyleşi 12 Aralık 2018 tarihinde jacobinmag.com adresinde yayınlanmıştır. 

You can see the original text at https://jacobinmag.com/2018/12/belgium-workers-party-ptb-elections-left

Metinde kullanılan fotoğraf, PTB'nin resmi sitesinden alınmıştır.

Çev: İlyas Coşkun 


[1] 96/71/EC sayılı yönerge (Ç.N).
[2] Latin Amerika ve Karayipler’deki ülkeler tarafından oluşturulan Latin Amerika İçin Bolivarcı İttifak’a atıf yapılıyor.
[3] Bu başlık çevirmen tarafından yazıya eklenmiştir. Bu sayede 2008’deki partinin siyaset yapma tarzındaki değişikliğin seçim sonuçlarına nasıl yansıdığını daha net göstermeye çalışmaktadır. Kaynak olarak Wikidepia kullanılmıştır.

26 Mart 2018 Pazartesi

ILO çalışanları ücret kesintisine karşı grevde


Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çalışanları, ücret kesintisine karşı greve çıktı. Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren ve çalışanlarla ilgili kural ve şartları düzenleyen Uluslararası Kamu Hizmetleri Komisyonu (ICSC) tarafından yapılan yüzde 7.5’lik ücret kesintisine yanıt grev oldu.
Sendikalar, istişare yapılmadan ücret kesintisinin kendilerine dayatıldığını ve kesintiye gerekçe gösterilen geçim hesaplamasının yanlış olduğunu belirtiyor. Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu (PSI) ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) da kendi internet sitelerinden yaptıkları açıklamalarla ILO çalışanlarının grevini desteklediğini duyurdu.
ILO Yönetim Kurulu’nun kararı ise işçilere açık bir destek vermekten uzak kaldı. Tek taraflı karar verilmesini eleştiren Yönetim Kurulu, diğer yandan bu ücret kesintisini önleyemeyeceği ve sadece sosyal diyaloğun ilkelerine uygun bir görüşme süreci için çağrıda bulunabileceği belirtildi.
ITUC Genel Sekreteri Sharan Burrow yaptığı açıklamada, ICSC tarafından alınan tek taraflı kararın, ILO’nun örgütlenme ve toplu sözleşme hakkını tanıyan 98 nolu sözleşmesinin açık bir ihlali olduğunu vurguladı. BM’nin kendi koyduğu standarlara karşı geldiğini ifade eden Burrow, BM içinde yasa ve kurallara saldırıya göz yumulmasının, benzer girişimlerin her kurum ve ülkeye yayılmasına sebep olabileceğini belirtti.
ILO Yönetim Kurulundaki işçi grubunun başkanı Catelene Passchier de yaptığı açıklamada ILO bünyesindeki işçi temsilcilerinin, greve giden ILO çalışanlarını net bir şekilde desteklediğini ifade etti.
İlyas Coskun
Bu haber 23 Mart 2018 tarihinde Evrensel Gazetesinde yayınlanmıştır.